Biliyorsunuz uzun zamandır Bir Okyanusya ülkesi olan Zortana’da tatildeyim. Fethiye’deki arkadaşlarla sürekli haberleştiğimiz için memlekette ne olup bittiğinden haberdarım. Son görüşmemizde “Orada havalar nasıl?” diye sordum. “Sonbahar…” dediler. Oldum olası sonbahar içimi sarartır. Sizin için üzüldüm. Burada ise kasım ayında bile havalar hoşaf gibi, ılık – sıcak arası. Bazen bir yağmur yağıyor ki, sormayın. “Bardaktan boşalırcasına” tabiri yetersiz kalıyor. Peşinden hoppala yine denize koşuyoruz. Zortana’ya gitgide daha çok alışıyorum. Yoksa seviyorum mu, ne?

Efendim, geçen gün tembelliği bir kenara bırakıp, turizm deneyimleri edinmeye devam edeyim dedim. Burada tanıştığım ve bana gezilerimde eşlik eden rehberim Freed’i aradım. Şöyle alternatif turizm filan gibi bir etkinlik organize etmesini istedim. Freed “Ne demek Müstear Bey? Emrin olur.” mealinde bir yanıt verdi ve bir cip safarisi turuna katılmayı önerdi. Web portalımızın yazım hataları düzelticisi Uğur Çaçaron’un esprili sözcükleri ile “Hay bin kunduz! Nasıl da aklıma gelmedi?” diyerek reaksiyonumu verdim. Tabii ya! Bu yaşta outdoor sporlarını yapmaya çalışıp, her zaman benden bir adım önde giden göbeğimi üzmenin ne gereği var? Oturursun bir cipin koltuğuna, aslanları seyredersin ya da aslan gibi nereye götürülerse gidersin değil mi?

Ertesi gün hazırlıklarımızı yapıp Freed’in rezervasyonuyla kapımıza gelen acentenin aracında yerimizi aldık. Adamlar, kaportasında ufak değişikliklerle insan taşımaya elverişli koltuklar eklenen bir kamyonet icat etmişler, hayran kaldım. Bizi bineceğimiz cipe götürecek olan transfer aracı sanmıştım, değilmiş. Meğer bu muhteşem teknik çalışmayla bilindik kamyonet markalarını bir cipe dönüştürmek mümkünmüş. Bunun bir cip olmadığını ve arazi koşullarında sürüş için cip kadar elverişli de olmadığını düşünmek bahtsızlığını yaşadım ve Freed’e bunu söyledim. Bu gibi durumlarda takındığı ciddi tavırlardan dolayı suratı buruşacak kadar çatık kaşlı olan rehberim “Cip bu, Mister Müstear! Gideceğimiz arazi için de son derece uygun.” diyerek haddimi bildirdi. Kamyonet cipimize bizimle birlikte tam 12 kişi sığdı. Diğer araçlar da yolcularını sığdırdıktan sonra peş peşe harekete geçtik. Yolculukta hiçbir önemli detayı ve görsel güzelliği kaçırmamak için, değerli bir yazarı ve bir fotoğraf ustası olan sevgili arkadaşım Gökhan Korkmazgil’in önerisiyle satın aldığım dijital fotoğraf makinemi özenle hazırladım (Reklam olmasın diye deklanşörünün sesine bile hasta olduğum kameramın markasını yazmıyorum). Birkaç dakika sonra bir istasyonda durduk. Acentenin görevlileri bidonlarca su ve plastikten yapılmış su tabancasına benzer bir şeyler getirdiler ve Zortana parasıyla ciddi bir meblağ ödeyerek satın almamızı istediler. Freed’e sordum, “Alalım Mister Müstear, birazdan su savaşları başladığında bizim de elimizde silahımız olsun.” dedi. Hiçbir anlam veremememe rağmen, neon renkli su tabancalarımızı satın aldık. Alışveriş bittikten sonra yola koyulduk.

Captain’s Place kenti çevresindeki faunayı, florayı, doğal ve tarihi yerleri keşfetme amacıyla hayaller kurmuştum. Bunun için öncelikli olarak su savaşlarında başarılı olmanın yollarını bilmem gerektiğini bilmiyordum, öğrendim…

Çocukluk çağlarımı öylesine geride bırakmıştım ki, artık o çağlara dönmem mümkün değildi. Çaresizlik kötü şey! Araçtaki diğer yolcular keyifle tabancalarına suları doldurdular, biz de onları izleyerek kendi silahlarımıza suları doldurduk. Savaşın ne zaman ve hangi koşullarda yapılacağını, düşmanlarımızın kim olduğunu, yenersek ya da yenilirsek hangi sonuçla karşılaşacağımızı bilemeden cepheye gitmenin şaşkınlığı içindeydim. Kendimi bir kurban gibi hissettiğimi tahmin edersiniz.

Cipimizin bir an önce araziye çıkmasını umarken, şehir trafiğinden çıkıp ana asfaltta yol almaya başladık ve ilk darbeyi de yiyerek düşmanımızı öğrenmiş olduk: Hemen önümüzdeki cipin yolcuları ellerindeki silahlardaki suyu aracımıza büyük bir iştahla sıkıyorlardı. Bu saldırının şokunu yaşarken aracımızdaki diğer yolcular da eyleme başladı. Manzara şöyleydi: Cipimizde şaşkınlıktan donmuş bir adam (o, ben oluyorum) ve Freed dâhil bağıra çağıra arkadaki aracı ve birbirini sulayan 11 su savaşçısı, direksiyona yapışmış ve aracı kontrol etmeye çalışan bir şoförle, ona kopilotluk yapan araç görevlisi. Kısa sürede tabidir ki, sırılsıklam olduk hepimiz.

Aracımız ana yoldan ayrılıp arazi yerine daha dar bir köy yoluna saptı, ama yine asfalttayız.

Bir an yaşadığım şoktan ayılıp canımdan vazgeçtim ve mal derdine düştüm. O pahalı ve güzel, canım kameram da bizim gibi sudan nasibini almıştı. Daha fazla suya maruz kalmaması için üzerine kapandım ve bedenimi kamerama siper ettim. Araçlar arası birinci su savaşları, bidonlardaki su bitene kadar sürdü. Bir oh çektim. Her anı fotoğraflamak isteğimi de hemen rafa kaldırıp, kameramı sırt çantama yerleştirdim. Henüz elimdeki su tabancasını kime ve karşı ve nasıl kullanacağımı düşünmeye fırsat bulamamıştım. “Aslanların fotoğrafını da çekmeyiveririm, nasıl olsa internette bol bereket var. Bir tanesini seçer, sanki ben çekmişim gibi kullanırız.” diye düşündüm. Zaten deklanşörüne kurban olduğum Veysel Gençten taa Zortana’lara gelip her yazıma şahane fotoğraflar yaratıyor, bir de aslan eksik oluversin değil mi?

Aklıma ilk gelen, arabalardaki su bitince, saldırıların da biteceği idi. O da ne? Bir anda tepemden aşağıya bir dolu suyu şelalenin altındaymış gibi yiyip, yeni bir şoka girdim. Farkına vardım ki, yolun kenarındaki bir çeşmenin başında küçük bir köylü çocuğu, elindeki kova ile gelen geçen araçları suluyor. Öylesine keyifli ve yaptığı işin başarısından emin ki, konvoydaki her araçtan gelen çığlıkları duydukça görevini başarıyla yapmış, gururlu bir adam havasına bürünüyor. Küçük adamdaki turizm bilinci ve görev aşkının beni nasıl cezbettiğini anlatmama söz yetmez. Düşünebiliyor musunuz? Turizme hizmet adına hem ıslak hem de mutlu turistler yaratmak! Hangi cip safari organizatörünün aklına geldiyse, helal olsun! “Ah!” dedim, bizde de turizm eğitimi böyle uygulamalı olarak küçük yaşlardan başlasa, dünya markası bir turizm kenti olmak ne kadar kolay olurdu.

Çocukların gelip geçen araçları kovayla ıslatma etkinliğini, başka bir çeşmenin önünden geçerken bu kez hortumla ıslatma etkinliği takip etti. Kurumaya fırsat bulamadan, başka bir metotla yeniden ıslanıyorsunuz. “Ama bir nedeni olmalı” diye düşündüm. Öyle ya! Araçlardaki cip safariciler dağ yollarında aslanları – kaplanları görmeden önce sırılsıklam olup şoka girerek sakinleşiyor ve yeni sürprizlere şerbetlenerek yola devam ediyorlar. Muhakkak böyledir. Tanrım bu ne heyecan ve ne mutluluk! Alternatif turizm dediğin böyle olmalı. Adamlar normalini de alternatifini de şahane bir düşünceyle başarmışlar, gel de imrenme!

Kim bilir daha ne sürprizlerle karşılaşacaktık? Kova ve hortumun ardından kafamıza taş yemeden bir antik kentin yakınında, yol kenarında araçları park ederek ilk molamızı verdik. Tabii, konu cip safari olunca harabeleri gezmeye zaman yoktu. Merakımızı kursağımıza saklayıp, 150 metre uzaktan etrafı seyredip anlamaya çalıştık. Tanımlayabildiğim kadarıyla Lumierelerden kalma mezarlar, tapınaklar, hamam, stadyum ve bir de tiyatro yapısı vardı. Araç görevlileri mola bahanesiyle yakın çeşmeden doldurdukları bidonlarla araçlardaki su cephaneliğini takviye edip, yeni savaşlar için eksikliğimizi giderdiler.

Beş dakikalık “uzaktan harabe” ziyaretimizi tamamlayıp, bölgenin dünyaca tanınan bir su cennetine doğru yola koyulduk. Mola verdiğimiz restoranlı parkın her tarafından akıp giden kaynak suları, biz sırılsıklam cip safari neferleri için sadece “cephane” anlamını taşıyordu. Her şey öylesine planlı ki, yolculuğun bundan sonraki safahatında yanlış düşmana su sıkmamak için ayık olmamızı düşündüklerinden, restoranda alkollü içki satışı yoktu. Bankosunda balıkların yüzdüğü barda “Bira, biraaa…” diye sayıklayan turistlerin içler acısı hâline bakıp, biraz içimin ezildiğini itiraf etmeliyim. Ama araçlara binip safarinin sonraki etaplarını yaşarken onlar da eminim bu planlı organizasyonun hakkını vermişlerdir. Dayanamadım, Freed’e, “Neden alkollü içki satmıyorsunuz?” diye işletme sahibine sormasını istedim. Freed bir süre ciddiyetle konuştuktan sonra adamın sözlerini tercüme etti: Beğenmeyen gelmesin kardeşim, bizde böyle! Organizasyonun başarısı için gösterilen kararlılığa bakar mısınız? Oysa Zortana’da turizm bilincinin henüz gelişmediği yıllarda bu su cenneti parkı neredeyse bütün gelirini alkollü içecek satışından kazanıyormuş. Vay be, değişime bak!

Moladan sonraki etap, depoları doldurulmuş su tabancaları ve cip safari yolcularının ortak maceraları olarak bir süre daha devam etti. Yemek molasını verdiğimiz bir kanyonda, kurumaya fırsat bulamadan suların içinde kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra karnımızı doyurduk. Yaşadığım bu ilginç deneyimi bir şükür duasıyla taçlandırdım. Bende tuzlu su alerjisi var. Ya gün boyu beni baştan ayağa defalarca ıslatanlar çeşme suyu yerine deniz suyu kullansaydı?

Freed’le kanyondaki şambrelli rafting ve diğer eğlencelere katılmayarak minderlerle süslenmiş gölgeli, ahşap bir yerde oturduk. Gerçekten de kurumaya ve biraz olsun dinlenip gevşemeye ihtiyacım vardı, bir süre uyumuşum.

Rehberin toplanma işareti ile araçtaki yerlerimizi aldık. Freed’e bundan sonraki programı sordum. “Çamur” dedi. “Nasıl yani?” dedim. “Mister Müstear, kanyondan gelen kaynak suyunun oluşturduğu derenin kenarında her derde deva çamurlu bir alan var. Oraya gidip, çamur banyosu yapacağız.” diye açıkladı. Yok anam babam, anlaşıldı ki bize kurumak haram. Dediği gibi de oldu. Bir süre birbirimizi ıslata ıslata yol gidip, dere kenarındaki o çamurlu alanda durduk. Hepimiz efsunlanmış gibi arabadan inip, sorgulamaksızın çamurlu suyun içine girdik, bir güzel çamurla sıvandık. Bizim su savaşçıları çocuklar gibi şendi, bense yeniden ıslanmanın derdinde… Her derde deva çamur banyosundan tek isteğim; beni cip safari çilesinden kurtarması oldu.

Çamur sefasından çıkıp, eve dönüş yolculuğu başladığında, katıldığımız etkinliğin sadece adının “safari” olduğunu anladım. Bu kez başımdan aşağı dökülen soğuk bir su değil, sanki dumura uğramış beynimin sıvısıydı. Sabahtan beri yaşadıklarımı düşündüm. Safari sözcüğünün tanımını hatırlayıp, Freed’in yüzüne baktım. Huzurlu ve oldukça bahtiyar görünüyordu. Aslanlar, maslanlar, dağ sürüşleri, ilginç flora filan hepsi bir anda hayalimdeki sahneden kayboldular. Ortada tek bir gerçek kaldı; su tabancam ve ben… Çamurlu ve ıslak halimle ve de bir Rambo edasıyla sabahtan beri sıkmaya kıyamadığım su tabancamı kavradım ve olanca gücümle içindeki bütün suyu önce Freed’e, sonra araç görevlisine ve diğer su savaşçısı turistlere var gücümle haykırıp, boşalttım. Şuurlanıp, cip safari gerçeğine ben de vasıl oldum sonunda.

Oh be! Dünya varmış.

Meğer buymuş alternatif turizm dedikleri. Nasıl rahatladım, bilemezsiniz. Verdiğim para helal olsun.

Siz de bir ara Zortana’ya gelip, bu güzelliği iliklerinize kadar ıslanıp, yaşamaktan mahrum kalmayın.

Yorum, görüş ve önerileriniz