Zortana’ya alışmam ve günlük yaşama uyum sağlamam hiç de zor olmadı. Her ne kadar dilini, dinini, örfünü, adetini bilmesem de hemen her konuda neyi nasıl yapmam gerektiğini tahmin edebiliyorum ve genellikle de yanılmıyorum. Olur ya, bir gün buraya tatile gelirsiniz diye size bazı tiyolar vermek istiyorum.

Zortanalılar çok iyi insanlar gibi görünüyorlar. Ancak, dikkatli olmakta yarar var. Tanışır tanışmaz bir samimiyet ki, sormayın. Sizi geleneksel İzzet ikramlarla sarıp, sarmalıyorlar; sanırsınız teyze oğluyla ya da hala kızıyla karşılaşmışsınız. Önce her konuda yardım elini uzatıyorlar. Bazı ufak tefek sorunlarınızı “kolay ederiz kurban olduğum” yaklaşımıyla hallediveriyorlar. Sağlı sollu yakınlaşmalarla önce grogi duruma geçip sonra kaçınılmaz biçimde nakavt oluyorsunuz.  Bir turistin bir Zortanalı arkadaşa tam teslimiyeti böyle başlıyor.

Kısaca özetlersek: birinci etapta “gurbet elde bir garip” olduğunuzu unutup, Zortanalı yeni dostlarınızla cankuş moduna geçiyorsunuz. Elbette bu moda geçtiğinizde bütün özeliniz ve özellikle de ekonomik varsıllığınızı da karşı tarafın bilgisine sunuyorsunuz. Bulutların üzerindeki bu kutsal yürüyüş ikinci etapta ayılıncaya kadar sürüyor. Ben bu süreçte bulutların üzerinde yürüdüğüm sıralarda otel masrafından kurtulup, bir ev kiralamak istemiştim. Doğrusu apart dairelerin aylık kiraları 200 dolar dolayındaydı. Oteleyse pazarlıkla aylık 600 dolar ödemekteydim. Dışarda yediğim yemek paralarını da düşünürseniz, sponsorumun bana layık gördüğü aylığın neredeyse üstünde bir harcamam vardı. İsteğimi anlatınca, rehberim Freed Vigorousman beni kiralık bir aparman dairesi olan bir tanıdığına yönlendirdi.

Holmen isimli bu adamcağızın  (1 + 1), küçük ama şirin, üstelik bana yetecek rahatlıkta mutfak, banyo vesairesi olan bir apart dairesi vardı. Tanıştık.  Ev sahibi mükemmel tarzanca ve az biraz İngilizce biliyordu. Freed’in sayesinde bana yabancı gibi davranmadı, hemen kaynaştık. Evini kiralamak istediğimi anlayınca aramızdaki bütün duvarları yıktı.  “O iş tamam, kolay ederiz” havasında dereden tepeden konuşmaya başladı. Bir türlü saadete gelemedik ama spordan siyasete, turizmden teknolojiye tırmalamadığımız konu kalmadı. Önce uyanamadım ama Holmen benimle hiç ters düşmeden kaş göz yara yara anlatıp, gönlümü kazanıyordu. Anlaşamadığımız yerde mobil akıllı telefondan -sağ olsun- Google Translation ile anlaşılır oluyorduk. Saatler süren ilk tanışma mesaimizi evi kiralayamadan bitirmenin şaşkınlığı fakat tatlı bir huzur içindeydim.

Ertesi günlerde dostluğumuzu restoranlar ve barlardaki fasıllarla pekiştirdik. Captain’s Town’da gezip görmedik yer bırakmadık. Her seferinde “valla olmaz” ısrarı ile, “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” düşüncesi ve kararlılıkla mücadeleme devam ettim ve hesapları ben ödedim. Bu arada, ben Holmen’le halvet olurken benim sevgili dostum Freed ise günlerce hiç ortalıkta görünmedi. Önemli bir işi vardı zaar…

Sonunda derdimi anlatıp, bir an önce eve taşınmak istediğimi söylemeyi başardım ve kira koşullarını, aylık kira bedelini falan sordum. Bu kadar içten bir dostluğun sonrasında beklenen oldu. Holmen, “yahu geç otur, şimdi sana para soran mı oldu? Ay sonunda ödersin” mealindeki ciğerime dokunan can alıcı konuşmasını yaptı. “Olur mu hiç canımın içi, ne ödeyeceğimizi bilelim, sana karşı mahcup olmayalım” diye ısrarım geri tepti ve kendimi Holmen’le birlikte oteldeki eşyalarımı toplarken buldum.

Birkaç saat içinde de içimden coşkuyla “Ey insanoğlu! Bu Holmen’lerden dünyada başka kaldı mı?” haykırarak evime taşındım.

Evet artık daha keyifliydim. Kendi evim, mutfağım ve artık otel köşelerinde ziyan olmayan bir özel hayatım olmuştu. Düzenimi kısa zamanda kurdum. Sanki bir tek kedim eksikti…

Birkaç gün sonra Holmen ve Freed’i de ilk konuklarım olarak bir akşam yemeğine, evime davet ettim. Onlar için Türk mutfağının seçkin örneklerinden bir menü hazırladım. Maksat kültür elçiliği yapmak!  Ama Holmen davetime icabet etmedi. Sonraki günlerde de hiç arayıp sormadı. Freed bu konuda suskun ve sessiz kalmayı tercih etti, zaten pek yakın arkadaş da değillerdi. Ben de sorun etmedim. “Kankamın işi çıkmıştır mutlaka” deyip, dertlenmedim.

Birinci ayın sonunda Holmen ziyaretime geldi. Aynen düşündüğüm gibi; işi çıkmış, o nedenle beni arayamamış, davetime de gelememiş. “Vaktim yok mister Müstear, pek oturmayacağım. Uğramışken kirayı da alıp, gideyim” dedi. Çay, kahve ikramlarımı da istemedi. “Tamamdır Holmen kardeş. Yalnız kira bedelini bir türlü konuşamamıştık. Sana ne ödeyeceğim?” diye sordum. Holmen en çelebi edasıyla yüzüme baktı ve sigarasından çektiği dumanı üfler gibi sözcükleri yüzüme savurdu: “Mister Müstear, aslında 2.000 dolar ama senin gül hatırın için 1.275 dolar olur, ne de olsa yabancımız değilsin”.

Kısa bir şok sonrasında bir “yuuuh!” demişim ki, sonrasını pek hatırlamıyorum. Karakolda bizi uzlaştıran ve hiç olmazsa 900 dolarla kurtulmamı sağlayan polis arkadaşlara şükranlarımı sunarım. Tabii Freed’in arabuluculuk çabalarını ve beni sakinleştirmek için yaptıklarını da minnetle anmam gerekir.

600 dolarlık anlaşmayı 700 dolara revize etmek koşuluyla kös kös otele geri döndüm. Aradaki 100 dolarlık farka itirazımı otelin müdürü ”o eskidendi, malum her şeye zam geliyor” gerekçesiyle savuşturdu. Kaybettiğim dolarlara mı, yediğim kazığa mı, yıkılıp giden umutlarıma mı, saflığıma mı yanayım; bilemedim…

Bulutların üzerindeki yürüyüşüm hazin bir şekilde yere çakılarak ve ayılarak sona erdi. Siz, siz olun! Aman yad ellerde cankuş kılığında karşınıza çıkan herkesi bağrınıza basmayın. Hele Zortana’da, hiiiiiç!

Yorum, görüş ve önerileriniz