Geçirdiğimiz birkaç yıl hem Türkiye için hem de Dünya için sıcaklığın arttığı, küresel ısınmanın sonuçlarıyla yüzleşmeye başladığımız bir dönem oldu. Avustralya, İspanya, Yunanistan, Rusya, ABD, İtalya, Portekiz, Tunus, Romanya, Çin, Hindistan ve Türkiye gibi farklı coğrafyalardan büyük yangın haberlerinin geldiği birkaç yaz geçirdik hep beraber.
Türümüz için yeni bir döneme girdiğimiz açık. Artık yaşam alanımız olan yeryüzünde, bundan yüz yıl önceki kadar rahat yazlar geçiremeyeceğiz ne yazık ki. İşin ilginç tarafı bu iklim değişiminde türümüz başrolde. Yazının ana konusu olmasa da başlangıcı yerküre ve ateşle imtihanına ayırmakta yarar görüyorum.
Yeryüzü Yangın Yeri
Dünya yaklaşık 4,5 milyar yaşında. Bilimin ışığında, Dünya’nın oluşumunun yaklaşık bir milyar yılının canlı varlığı olmaksızın sıcak bir kütle olarak ve yanardağ patlamalarıyla geçirdiğini biliyoruz. Bu dönemi belki de şöyle tarif etmek mümkün “yaşamın var olmadığı ürkütücü bir yangın çağı”.
Dünyamız, bir milyar yıl süren bu cansız dönemin sonunda yeryüzünün soğuma dönemine girmesiyle birlikte yaşamın başlangıcına izin verecek, ilk tek hücrelilerin var olabilmesini sağlayacak optimum koşullara ulaşabiliyor.
Yaşamın basit aminoasitlerle başlayan macerası, daha komplike hale gelebilmek için yine çok uzun bir süre; milyon yılların geçmesini bekleyecek ve bu uzun sürenin büyük kısmını yine sıcaklığın ve yanardağ patlamalarının oluşturduğu yangınlarla geçirecek. Kozmosun “şimdilik” bilinen tek canlılık barındıran yeri olan yeryüzü, yangından doğdu. O kadar uzun süre yandı ki Dünya, halen o dönemden günümüze kalan az sayıdaki aktif yanardağlardan; örneğin Vezüv, Etna gibi yanardağların, aktif hale geçtiği anları yakın tarihimizden hatırlıyoruz. Üzerinden milyon yıllar geçse de ateş ve yangın; yeryüzünün hem doğal hem de önemli bir parçası olmaya devam ediyor.
Geçen bunca milyar yılın sonunda büyük kozmosta, canlılığın en üst mertebesinde kendine yer bulan insanın sahneye çıkışıyla ateş bambaşka bir maceraya adım attı. Artık ateş; her an yakılabilir ve her an yakabilir hale geldi. İnsanın ateşi kontrollü bir biçimde kullanmaya başlaması farklı bilim adamlarınca farklı dönemlere tarihleniyor olsa da genel kanı, ateşin yakın akrabalarımız olan Homo erectus, Homo neanderthalensis ile birlikte bizim türümüz olan Homo sapiens’in hemen hemen 300-400 bin yıl önce günlük hayatlarında kullandığı yönünde.
Bu uzun girizgâh özetle; yaşam alanımız olan yeryüzünün, 4,5 milyar yıldır soğumaya uğraştığını anlatmak, bir yandan da insanın ateşi bilinçli olarak kullanmaya başlaması ile başlayan yeni bir maceranın özüne inmek içindi. Artık milyar yıllarla ölçülen o ürkütücü dönem son bulmuş, yeryüzü büyük oranda soğumuşken ne oldu da küre tekrar ısınmaya başladı?
Yerleşik Yaşam ve Yabanın Kaybolmaya Başlaması
Türümüzün, son bulgularla 14 bin yıl önce yerleşik hayata geçerek yabandan vazgeçtiğini biliyoruz. Bu vazgeçiş aynı zamanda kendi türü dışında kalan diğer canlıların da yaşamlarını etkiliyor. İlk yerleşik yaşama geçiş, az nüfuslu ve belli oranda yabanla ilişkisini sürdüren insan topluluklarının kurduğu “görece” küçük yerleşimlerden oluşuyor. Ateşi günlük yaşamında kullanmaya başlayan insan, aynı zamanda yaban hayatında da değişikliklere neden oluyor. Bu değişikliklerin yaşandığı dönem, günümüzdeki küresel etkilerimiz düşünüldüğünde hayli minimal düzeydeydi. Ta ki, 250 yıl öncesine kadar. 4,5 milyar yıldır soğumaya çalışan yerküreyi tekrar ısıtmaya başlıyoruz. Bu ısınmayı, yakın dönemde yapılan bilimsel çalışmalarla özetlemeye çalışırsak, şöyle bir sonuca ulaşıyoruz:
Son yüzyılda küresel olarak 0,5°C’lik bir sıcaklık artışı oldu, deniz seviyesi ise geçtiğimiz yüzyıl boyunca 20 santim arttı. Bilim insanlarının öngörüsüne göre; 2100 yılında beklenen sıcaklık artışı 3 °C, deniz ise 70 santimetre daha yükselecek.
Bir tür gelecek distopyası olarak dillendirdiğimiz bu küresel değişim öngörüleri ne yazık ki, çok hızlı bir şekilde yaşamımızın parçası olmaya başladı. Örneğin, 90’larda, iklim krizinin gelecek olduğunu konuşurken, 32 yıl sonra artık iklim krizinin içindeyiz ve hep beraber yaşıyoruz.
Çam Ormanları
Dünya’da büyük yangınlar yaşanırken ek bir tartışma açıldı ülkemizde. Çam ağaçlarının ülkemiz coğrafyasına sonradan ekildiği, hatta tam tarifiyle Marshall yardımlarıyla, yani 40’lı yıllarda yaşanan ikinci dünya savaşı koşullarında, zeytin ağaçlarının (Olea europaea) sökülerek yerlerine çam ağaçları dikildiği ve bunun milli bir meselenin parçası olduğu iddiası. Bu tartışmaya dair “yangınlar ve yaban hayatı” üzerine yazacak isek bu konuya yer vermek iyi olacaktır. Profesör Doktor Ünal Akkemik Hocanın, Orman Mühendisleri Odası Yayın Organı’nda kaleme aldığı, “Jeolojik Çağlardan Günümüze Çamların Anadolu’daki Varlığı” başlıklı makaleye bakmanızı öneririm. (* “Jeolojik Çağlardan Günümüze Çamların Anadolu’daki Varlığı”; Prof. Dr. Akkemik, Ü.; 2019; Yeşil Dünya, Orman Mühendisleri Odası Yayın Organı,Sayı: 10-11-12; Sayfa: 26-35.)
Makaleden bazı alıntılarla, ülkemizdeki çam ağacı varlığına dair pek çok tartışma konusuna cevap bulabiliyoruz. Çam ağaçları, Myosen Dönemi’nden yani aşağı yukarı 23 milyon yıl önceden beri buradalar. Hatta fosil araştırmalarında Oligosen katmanlarında, Trakya Bölgesi’nden elde edilen kayıtlar, fıstık çamı (Pinus pinea) ve karaçam (Pinus nigra)’ın has Anadolu türleri olduğunu gösteriyor.
Çam türlerinin, Akdeniz Havzası’nın yerli türleri olduğunu ve doğal yangınlara karşı birtakım stratejiler geliştirdiğini artık biliyoruz. Örneğin kozalaklarının her yangında, hem bir ateş topu olarak metrelerce uzağa ulaşıp yangını büyüttüğünü hem de aynı yöntemle yangın bölgesinden çok uzağa yeniden yeşerecek tohumlarını da gönderebildiğini biliyoruz. Bu stratejinin, biz insanların algı dünyasından hayli farklı olduğunu ve bizim dışımızdaki canlıların, yangın gibi çaresizce bakakaldığımız felaketlerde dahi, Dünya’yı bizim yorumladığımızdan çok daha fazla deneyimle yorumladıklarını gösterir nitelikte.
Yaban Hayatı ve Yangın
Bizim dışımızdaki yaşam, büyük felaketlerde bizim beklediğimizden farklı reaksiyonlar veriyor. Konumuz yangın olduğuna göre, büyük bir yangından kim, ne kadar ve nasıl etkileniyor ona bakmaya çalışalım.
Yangının etkileri, süresine, şiddetine ve ortaya çıktığı dönemdeki iklim olaylarına bağlı olarak değişkendir. Örneğin yazın kavurucu sıcaklıklarında meydana gelmesi ya da çok şiddetli rüzgârların olduğu döneme denk gelmesi hem yayılımını hem de etkilerini arttıracaktır. Hele uzun süren kuraklık dönemleri, felaketin dozunu iyice arttıracak şartları çok önceden hazırlamış durumdadır.
Popüler kültürde, orman yangınlarının, yaşam üzerine etkileri çoğu kez ağaçların ortadan kalktığı ve çıplak arazilerin ortaya çıktığı şeklinde yorumlanır. Bu bakış açısı, ağaçların yok olmasını açıklarken orman ekosistemini oluşturan diğer canlıları görmezden geliyor gibidir. Oysa ormanlar, elbet başta bölgenin bitki varlığını tanımlar ancak aynı zamanda bir ekosistemi, besin zincirini yani ağaçlarla birlikte kurulan karşılıklı ilişkilere dayanan doğal yaşam alanlarını da içinde barındıran geniş bir tanımlamayı hak eder.
Orman yangınları elbette en büyük tahribatı hareket etmeleri mümkün olmayan ağaç, çalı ve otsu bitkilere verecektir. Ancak orman ekosisteminin diğer unsurları olan canlılar da bu felaketten paylarına düşeni alırlar. Yangın esnasında doğrudan veya sonrasında ortaya çıkan dolaylı etkilerin orman örtüsünü oluşturan ağaçların dışında kalan yaban hayatı nasıl etkilediğine bir göz atmaya çalışalım.
Orman ekosisteminin, ağaçlar dışında kalan yaban hayatının en göze çarpan üyeleri, kuşlar, memeliler ve sürüngenlerdir. Bu hayvan grupları yangın sırasında ve sonrasında ortaya çıkan şartlardan farklı şekillerde etkilenirler. Hareket kabiliyetleri nedeniyle kuşlar, yangın sırasında bölgeden en çabuk uzaklaşabilecek hayvan grubunu oluşturur. Büyük memeliler de aynı şekilde hızlı bir şekilde yangın bölgesinden uzaklaşmaları mümkün olan canlılardır. Ancak küçük memeli türleri için durum o kadar da kolay değildir. Hem hız konusundaki dezavantajları hem de içgüdüsel olarak çoğu kez yer altında olan yuvalarına sığınma içgüdüleri onları yangın sırasında dezavantajlı hale getirir. Sürüngenler için durum çok daha zordur. Hem yavaş hareket etmeleri hem de soğukkanlı oluşları nedeniyle gece yakalandıkları yangınlar bölgeden kaçışlarını zorlaştırmaktadır.
Hareket yetenekleri nedeniyle yangın bölgesinden hızla uzaklaşabilen türlerin bireyleri, ilk aşamada kurtulabilirken, diğer türler için yangından kaçış neredeyse yok gibidir. Ancak yangın bittikten sonra ortaya çıkan manzara, ne yazık ki yangın sırasında bölgeden kaçarak kurtulabilen türler için bile ikincil problemleri ortaya çıkaracaktır. Örneğin çoğu kez yangın bölgesinden uzaklaşabilen kuşların habitat kaybının yanı sıra; yuva, yumurta ve yavru kayıpları türün bölgedeki popülasyonu için önemli bir kayıptır. Bu tür kayıpların telafisi ise kimi zaman mümkün olmayabilir.
Yangın ve sonrasında ortaya çıkan habitat kayıplarının olumsuz etkileri, endemik ve birey sayısı düşük türlerde çok daha uzun sürelere yayılabilmektedir. Örneklemek gerekirse, geçtiğimiz yıllarda ülkemizin güney ve batı bölgelerinde gerçekleşen büyük yangınlar, Karakulak (Caracal caracal) gibi birey sayısı düşük ve özel habitatlara sıkışmış türler için uzun süreli bir yaşam mücadelesinin başlangıcı gibidir. Yangından kurtulabilen bireylerin tekrar uygun yaşam alanlarına yerleşmesi ve çiftleşmek için kullandıkları geniş alanlar nedeniyle tekrar karşılaşmaları oldukça zorlaşacak hem beslenme olanaklarının azalmış olması hem de düşük birey sayısı nedeniyle türün devamlılığı ciddi bir dar boğaza girecektir. Yine aynı yangın bölgelerinde yaşayan endemik türlerimizden Likya Kara Semenderi (10 tür ve 3 alt türden oluşan iki yaşamlılar grubu) türlerinin hemen hepsi yangınlardan olumsuz etkilenecek dar yayılış gösteren türlerdir. Bunlardan biri olan Göynük semenderi (Lyciasalamandra irfani) sadece Antalya’da yaşar. Bugüne kadar yapılan bilimsel çalışmalarda 5 km² karelik çok dar bir alanda yaşadığı tespit edilmiştir. Bu örnekte olduğu gibi, küçük ve özel bölgelerde yayılım gösteren türlerin, yangınlar ve sonrasında ortaya çıkan habitat kayıplarından etkilenme şekilleri diğer türlerden çok daha büyük sorunlara yol açabilir, hatta türün yeryüzünden kalkmasıyla sonuçlanabilecek olasılıkları da barındırır.
Yangınların yaban hayatı üzerindeki bir diğer görünmez etkisi ise omurgasız türleri üzerindeki etkileridir. Felaket bölgesinden gelen haberlerde çoğu kez memeli, sürüngen ve kuşların görüntüleri kullanılır. Bu da yangından etkilenen türlerin hangileri olduğu konusunda eksik bir algıya neden olur. Orman ekosisteminin önemli parçalarından biri olan, tür sayısı ve birey sayısıyla görünür canlılardan çok daha fazla olan eklembacaklılar, salyangozlar gibi omurgasız hayvan gruplarının yangın bölgesinde hemen hemen tamamının ortadan kalkmasıyla sonuçlanır. Bu büyük kayıp aynı zamanda yangın sonrası kurulacak besin zincirinin de uzun süreler sağlıksız işleyeceğinin sinyallerini verir.
Yangından Sonra
Yangın bölgesinde canlılığın bir süre görülmeyeceği gibi üzücü bir gerçeğin yanında, doğanın kendi halinde yaralarını tekrar saracağı gerçeği de duruyor. Felaket bölgesi görüntüleri çok can sıkıcı olsa da büyük olasılıkları da içinde barındırır. Yeryüzünün yangınla imtihanı çok eskilere dayandığından, canlılar bu felaketleri atlatma konusunda evrimsel stratejilere sahiptir. Örneğin çam türlerinin kozalakları, çok yüksek ısılarda bile tekrar çimlenme potansiyeli taşıyan tohumlara sahiptir. Bu durum çok değil belki de bir yıl sonra, aynı bölgede yeni çamların filizlenmeye başlayacağının habercisidir. Yangın bölgesi dışında kalan canlıların bir kısmı için, felaket bölgesi yeni fırsatlar sunar. Büyük ağaçlar gibi önemli rakipleri olmayan tek yıllık bitkiler tohumlarını hiçbir engele takılmadan çıplak arazi boyunca yayarak, kısa bir sürede toprağın üzerinde yeni bir yaban hayatının kurulacağı zemini hazırlarlar. Bitkilerin varlığı ile artık yangından sonraki felaket bölgesi yavaş yavaş yaralarını sarmaya, kaybolan besin zincirini tekrar kurmaya başlayacaktır.
Yaban hayatın, doğal dinamiklerle yeniden şekillendiği felaket bölgesi için, hiç kuşkusuz uzun süreli bir yenilenme dönemi gerekecektir. Kaybettiğimiz yaban hayatını tekrar sağlıklı bir şekilde sürekliliğini koruyabilmesi için, bu alanları mümkün olduğunca doğal haline bırakmak önem arz etmektedir. Ancak düşünmeden edemiyoruz; hem küresel iklim değişiminin hem de geçtiğimiz yıllarda ciğerlerimizi yakan orman yangınlarının baş aktörü olan türümüz rahat durabilecek mi? Yangın felaketlerinden sonra umutla beklediğimiz çamların filizlerinin yerine beton filizleri mi yükselecek? Hep birlikte göreceğiz.