Düşünce yapımızı ekosistemdeki döngüye göre ayarlamak için ne kadar süremiz kaldı? Bilemiyorum bu soru hakkında düşünen kaç kişiyiz; ama çoğunluk için süremiz az, hatta bitti. İklim, gıda ve su krizi kapı eşiğinde içeri girdi bile! Ve biz hâlâ doğayı tahrip edenlerin düzenlediği toplantılardan alınacak kararlara bel bağlıyoruz. Tahrip ettiğimiz doğayı düzeltmek (!) için yeni müdahale yöntemleri arıyoruz.
Ekosistem, çevre, ekoloji ve sürdürülebilirlik diye diye döngünün ne olduğunu anlamadan “ne yapabiliriz”i konuşuyoruz. Ya olay hiçbir şey yapmamaksa? Çünkü doğa, çevre veya ekosistem ne derseniz deyin, müdahalesiz var olmaya, kendini onarmaya devam ediyor.
Ekolojinin ekosistemleri inceleyen bir bilim olduğundan bahsetmiştik. Sürdürülebilirlik ise ekosistemin bu döngüsünden ilham alınarak literatüre girmiş bir terim. Ancak günümüzde sürdürülebilirlik denilince mevcut sistemin kârını artırmasının bir yolu, ekonomik büyümenin bir yolunu anlıyoruz. Doğanın sınırlılığını düşünmeden, sisteme sürekli dışarıdan yeni girdiler ekleyerek patlamaya hazır bomba hâline getiriyoruz.
Doğaya hiç müdahale etmeden yaşayan birileri var mıdır, açıkçası bilemiyorum ama; Levent Kurnaz’ın bir yazısında belirttiği gibi, “Biz bu gezegende istinasız tüm insanların, temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir yaşam sürmelerini, bunu yaparken de doğaya tamir edebileceğinden fazla zarar vermemelerini ve gelecek nesillerin kaynaklarını tüketmemelerini istiyoruz.”. Kanımca tam da bu cümle sürdürülebilirliği açıklıyor:
Bütünü gözetmek.
Bütünü gözetirken, dünyanın bir kısmına ayrıcalık tanınırken, kalanını görmezden gelmek kendimiz için dahi sürdürülebilir bir davranış olamaz. Elimizdeki pet şişeyi geri dönüşüm kutusuna atmak iyi bir davranış, ancak nasılsa plastik geri dönüştürülüyor diye tüketim yapmak sürdürülebilir bir davranış değil. Ancak sistem bizi tam da bu çıkmaza sokuyor. Evdeki duş süresini 1 dakika kısa tutmakla su kaynaklarımız eski hâlini almayacak. Asıl mevcut tarım sistemini bırakıp eski yöntemlere, doğanın dengesiyle uyumlu tarıma döndüğümüzde su kaynaklarını kurumaktan kurtarabileceğiz. Nasıl sistem sürdürülebilirliği ve gıdayı kazanç sağlama aracı, kalkınma türü olarak görüyorsa bizler de bu konuları politik olarak görmeliyiz. Suyun, gıdanın, iklimin politiği üzerine konuşmalı, ses vermeliyiz.
Kurumların kalkınma amaçlarını, bizlere sunduğu yol ve yöntemlerini incelediğimizde ekonomik büyüme ve devamlılığı konularına yaptıkları vurguyu kolaylıkla okuyabiliriz. Oysa sürekli kalkınma ve büyüme imkânsızdır. En azından hepimiz sürdürülebilir bir yaşam sürüyorsak, ekonomik açıdan kalkınmamız imkânsızdır.* Sürekli kalkınan bir fabrika düşünün, devamlı yeni ham madde girişi olması, gitgide daha fazla su ve elektrik tüketmesi ve daha çok satış yapabilmesi lazım. Oysa doğanın bize verebileceği ham madde sınırlıdır. Petrol mesela, gün gelecek bitecek, yerine ikame etmesi için doğaya gereken süreyi tanımıyoruz. Su miktarı belki azalmıyor, ancak içilebilir su kaynakları büyük bir hızla azalıyor. Bırakırsak doğa kendi döngüsünde suyu temizleyebilir, ama biz ona izin vermiyoruz, sadece tüketiyoruz. Tüm insanlık aynı seviyede kalkınmış olsaydı kaç tane dünya gerekirdi?
Kalkınmak mı istiyoruz? Yaşamak mı?
Sürdürülebilir bir yaşam ya da şöyle diyelim, yaşamın devamını diliyorsak doğanın dengesini iyi anlamalıyız. Üretmiş olmak için üretmek; tüketmiş olmak için tüketmek, sadece evin önü temiz kalsın diye ürettiğimiz çöpleri gözümüzün görmediği yerlere göndermek…
Sadece vicdanımızı rahatlatarak yaşam döngüsüne verdiğimiz zararı telafi edemeyiz.