KARANLIKTA SABAH KUŞLARI – AHMET ALTAN / GÖKHAN KORKMAZGİL
Bir yazar, yazmadığı zamanlar ya okur, ya da düşünür. Aslında, yazarın yazmadığı zaman yoktur, kâğıda yazmıyorsa aklına yazıyordur, hatta okurken bile. Bu aklına yazdıkları, oradan taşacak hale geldiğinde, kâğıda dökülür. Ya hemen, aceleyle, anın büyüsünü kaçırmadan. Ya da üzerinde uzun uzun düşünülerek, ağır ağır demlenip mayalanarak, olgunlaştırılarak. Çay mıdır bu, şarap mıdır, peynir midir demeyin; bütün iyi şeylerin yaratım süreci böyle olur! Bu ikinci türden olanlar genellikle bir kurguyla biçimlendirilir, öykü ya da roman olur. İlk türden olanlarsa kendi başlarına ayakta durabilir. Onları kurguyla kısıtlamadan, bir öyküye hapsetmeden, bir roman kişisine mal etmeden, tek başlarına, özgürce ortaya koyabilirsiniz. Onlar, yazarın kişisel düşünce ve duygularının, kendi anlatım biçimiyle sunduğu düzyazılardır, denemelerdir. Karanlıkta Sabah Kuşlarıdır, bir kurguya gerek olmaksızın uçuşlarını izler, çığlıklarını duyarsınız. Necati Cumalı “…denemelerimde beni yazmaya iten yüreğimin taşmasıdır” der. Denemelerde yürek taşkınlarını hissedersiniz. Aslında bir şey denediğimiz filan yoktur, ama adına deneme demişler bir kere.
Ahmet Altan’ın kitaplaşmış denemeleriyle ilk kez 1995’te Geceyarısı Şarkıları ile tanıştık, geceler boyu şarkılar söyledik. Onu 1997’de Karanlıkta Sabah Kuşları izledi. Sonrasında altı deneme kitabı daha yayımlandı.
Kitaptaki her deneme, ayrı bir pencere. Bir Roman, Bir Çocuk, Bir Aşk’ta pencerenin birinin önünden Lermontov geçiyor, peşinde unutmak, hatırlamak ve unutulmak var. O Değerli Zehir’de içimizdeki derin uçurumu, koskoca boşluğu hissediyoruz. Bir başka pencerede Sıradan Cümleler var, kılıç kılıca değer gibi şakırdayan, meşaleler gibi parıldayıp alevler gibi yakan büyük cümlelerin bize yalanları söylediğini duyuyoruz. Ey Kavmim diye açılan pencereden inançlılara sitem geliyor. Portakal Ağacı’nda kendine tercüman oluyor, “bu ülkedeki yazarların büyük çoğunluğu gibi yazarlığı bırakmış, tümüyle acının arzuhalcisi olmuştum” diyor. Kara Maske’de toplumun uzun sürecek intiharını daha o günlerde öngörerek kayıt altına alıyor. Hayal’de dingin ve sessiz bir zamanı düşlerken Tanrı ve Berke’de acıyı, sitemi ve isyanı göklere savuruyor. Orkestra ve Nişancı’da kör ve zekâsız bir nefretle kardeşin kardeşi öldürdüğü cinayetleri görüyoruz. Ahmet Altan eski Kan ve Kum filminin müthiş finalini kitaptaki Matador adlı bölüme giriş yapmış. Rita Hayworth, Tyrona Power, Anthony Quinn, dev kadrolu eski bir film. Finalde, bir boğanın keskin boynuzlarıyla ciğerleri parçalanan matador, arenanın altındaki loş bir odada ölmek üzere. Dışarıdan, yeni matadoru alkışlayan kalabalığın coşkulu haykırışları duyuluyor. Kamera kayarak yeni matadora atılan çiçekleri tarıyor, az önce aynı yerdeki eski matadorun ölümcül yaralarından akan kan izlerinin üstünde duruyor. Güneşin altında, kumların üstünde, kırmızı karanfillerle taze kan lekeleri yan yana. Bu etkileyici girişten sonra artık aşka, ölüme, sadakate dair yan yana dizilen sözcükler artık daha farklı bir boyutta anlam kazanıyor.
Zamansız bir kitap bu. Ne zaman okursanız okuyun. On yıl önce, yirmi yıl sonra, fark etmez. İnsanın aymazlığı, ahmaklığı birikip toplumun laneti olmaya devam ettikçe hiç kimse için bir şey fark etmiyor zaten. Hep beraber sürükleniyoruz, dertler toplanıp katlanıp büyüyerek çocuklarımıza miras kalıyor.
1.Basım, Ekim 1997, Can Yayınları, İstanbul, 142 sayfa
Kapak fotoğrafı: Gökhan Korkmazgil