“Hoş geldiniz, buyrun!”, “Tabii, hemen. Başka bir arzunuz?”

Orta yaşa yaklaşmış market çalışanı Keiko Furukura’nın gün içinde en çok sarf ettiği sözcükler bunlar. Keiko sıradan bir ailenin çocuğu olarak banliyöde doğmuş, sıradan ölçülerde sevgi görerek büyümüş. Fakat bir “farklılığı” var: En başından beri duygulanım bozukluğu olan bir çocuk, çevresindeki dünyayı herkes gibi algılamıyor. Tuhaf karşılanan hareketler sergiliyor. Anımsadığı oldukça uç bir örnek var: Henüz anaokulunda, yaşıtlarıyla parkta oynarken küçük, mavi bir kuş ölüsü görürler. Arkadaşları ağlaşıp mezar yapmaktan bahsederken Keiko annesinin yanına koşar, babasının ızgara tavuk sevdiğini söyler, “yanında bu kuşu da kızartıp yiyelim” der. Yazar böylece, geri kalan yaşamı boyunca toplum dışı kalmaya mahkûm olan “uyumsuz” Keiko ile ilk ipuçlarını vermiş olur.

 

Keiko büyür, hiç arkadaşlık kuramadan liseyi bitirir. Anne – babasının, topluma karışamayacağına ilişkin endişesini anlamlandıramadan, fakat “düzelmesi gerektiği” düşüncesini de aklından çıkaramadan, günden güne yetişkin olur. Üniversiteye başladığı yıl bir süpermarket ilanı görür, başvurur ve yarı zamanlı olarak çalışmaya başlar. Artık Bayan Furukura’dır. İş, Furukura’nın aradığı saklanma yeridir. Marketin tekdüze, katı kurallı çalışma ortamı Furukura’nın içindeki büyük bir boşluğa tam da denk düşmüştür. Böylece bir rol üstlenmiş, topluma göstereceği bir maske sahibi olmuştur. Artık “köyün delisi” değildir. Sürüdeki kara koyun olmaktan kurtulmuştur. Bir taraftan da market tüm yaşamı haline gelir, zaten fazlasını istediği de yoktur. Bir işe yaradığını bildiği, kendisini rahat hissettiği tek ortam burasıdır ve sosyal yaşamı da marketten ibarettir.

On sekiz yıl bu şekilde çalışır. Müdürler defalarca değişir, çalışanlar değişir, Furukura hiç değişmeden hep çalışır. On sekiz yılın sonunda kendisi gibi “uyumsuz” birisi markette çalışmaya başlar. Adı Ş

iraha’dır. Furukura kadar “değişik”, ondan farklı olarak öfkeli, asi ve talepkâr birisidir. Zaten çok geçmeden marketten atılır.

Şiraha ile birlikte yaşamaya başlamalarıyla gelişen diyalogları insan – toplum ilişkilerine esaslı eleştiriler getiriyor. Şiraha’ya göre modern toplum lafı bir hayalden ibaret, yaşadıkları dünya ilkel çağlardan farksız. Market özelinde somutlaşan toplum düzeni insanları zorla normalleştiren bir mekanizma. Baskıyla, fazla oyalanmadan insanların kalıba girmeleri bekleniyor.

Yakınları Furukura’ya “düzgün bir işin yok, bari evlenseydin” diyorlar. Birileriyle tanıştırmayı öneriyorlar. Evlilik sitelerine kayıt olmasını öğütlüyorlar. “Yaşın daha fazla ilerlerse iş işten geçer” diyorlar. Furukura “normal” dünyanın zorba bir yer olduğunu, ayrıksı olanın derhal sorgusuz yok edileceğini biliyor. “Makul olmayan insanların mutlaka icabına bakılır. Öyle ya, işte benim de bu yüzden düzelmem gerekiyor.

Düzelmezsem makul insanlar tarafından yok edilmem kaçınılmaz olur” diye düşünüyor.

Şiraha da farklı düşünmüyor: “Bu dünya yabancı maddeleri kabullenmez. Ben sürekli bunun sıkıntısını yaşadım” diyor. Toplumdan yakınıyor: “Herkesin hizaya gelmesi gerekiyor. ‘Neden bu yaşta yarı zamanlı çalışıyorsun? Neden bir kez bile aşk yaşamadın?’ derler. “Cinsel deneyiminin olup olmadığını bile sıradan bir şeymiş gibi sormaya kalkarlar. Kimseyi rahatsız etmediğim halde, yalnızca azınlıkta kalanlardanım diye herkes yaşamımın ırzına geçiyor.” “Topluma karışmamışsan işe gir derler. İşe girince daha fazla kazan derler, diyelim ki kazandın, evlen derler, evlensen çocuk yap derler. Sürekli dünyanın cezalandırmasına maruz kalırsın.” “Köyün işine yaramayan insanlar silinir gider. Ava çıkmayan erkekler, çocuk doğurmayan kadınlar… Günümüz dünyasına bak. Sürekli bireyselliğe vurgu yapılır ama köye aidiyet göstermek istemeyen insanların yaşantılarına karışılır önce, sonra zorlamalar gelir, en sonundaysa köyden kovulurlar.” Şiraha toplumun dayatmasını özetliyor: “Madem erkeksin, çalış, evlen, evlendinse daha fazla kazan, çocuk yap… Köyün kölesiyiz. Tüm yaşamımızı çalışarak geçirmek üzere dünyadan emir alıyoruz.”

Furukura’nın çalıştığı market, dünyanın küçük ölçekli bir örneği. “Markette var olmayı sürdürebilmek için eleman olmaktan başka yol yoktur. Bu çok kolaydır: Üniformanı giyip el kitabındaki kurallara uygun davranman yeterli.” Dünya ölçeğinde de durum aynı: “Normal bir insan maskesi takarak o ortamın el kitabına uygun davranırsan ne köyden kovulursun ne de senden uzak durulur.” “Herkesin içindeyken normal insan adlı ütopik bir canlının rolünü oynayacaksın. Markette herkesin eleman adlı canlıyı oynamasıyla aynı.”

Ayrık otu diye bir şey var. Buğdaygillerden, kırlarda, tarlalarda kendiliğinden yetişir, aslında yararları da vardır. Kendi haline bırakırsan tarlayı da sarar, ekilecek alanı işgal eder. Köylü bunu bilir, gördüğü yerde yolar atar. Elleri doluysa bile ayakkabısının burnuyla kökünü kazar. Otu gördüğü yerde yok etmeye şartlanmıştır. Düşman bellemiştir. İşte “uyumsuzlar” toplumun ayrık otudur.

Yazarlığın yanı sıra kendisi de yarı zamanlı kasiyerlik yapmış olan Murata “uyumsuzlar” üzerinden “mahalle baskısı”na berrak bir bakış getiriyor. Sadece “uyumsuzlar”ın değil, toplumsal baskılara karşı bireysel özgürlüklerini savunmak durumunda kalanların da karşı karşıya oldukları büyük bunaltıcı baskının altını çiziyor.

Japon toplumundan alınmış bu kesit ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Çünkü mesele evrensel. Standardize edilmek istenen, normatif davranmaya zorlanan bireyin başı her toplumda beladan kurtulmuyor. “Öteki” olmak durumunda bırakılıyor. Bizdekilerin pek sevdiği bir laf vardır, “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz” derler, her fırsatta kullanmayı marifet sayarlar. Böyle bir söylem kendilerini haklı zeminde hissetmelerini sağlar. Üstelik toplum geriledikçe ileri unsurlar giderek daha marjinal hale gelir.

Bireysel gelişimini tamamlayamamış insanların toplumda sayıları arttıkça popüler kültür de onlar için üretilip pompalanmaya başlar, böylece kendilerinin haklı oldukları algısı da giderek pekişir. Cesaretleri artar, durumdan vazife çıkarmaya başlarlar. Sürü psikolojisi içinde, giderek azgınlaşırlar. Durum çoğunluğun zorbalığı haline dönüşür. Gündelik hayatta sürekli karşı karşıya gelmiyor muyuz? Çevremiz bunlarla sarılı, kendisini toplum bekçisi zanneden, bireysel yaşama müdahale etmeyi vazife sayan, merakî, haddini bilmez, arsız insanların arasındayız. Ekranlardan sürekli parmak sallayan, akıl veren, kaba, zorba, densiz, “ayar verme” merakında tavırlar saçılıyor.

Sürekli yargılanan, ötelenen “uyumsuz” birey toplumun hissettirmekle kalmayıp hoyratça uyguladığı baskılar karşısında giderek siner, kendi içine gömülür, saklanır. Toplumun bir kıyısında kendisine ayrı küçük bir dünya yaratmak zorunda kalır. Sürekli utanç içinde olması, her daim yetersizlik duygusu yaşaması kaçınılmaz hale gelir.

İlginçtir ki, asıl acımasız olanlar kendileri de ayrıksı olanlardır. Kendini normal görmek isteyen insanların, normal olmadığını düşündükleri başkalarını yargılama merakları vardır. Böylece kendilerini “daha normal” hissederler. Mağduriyet ve kendine acıma hisleri içinde debelendiklerinden, daha bir hevesle başkalarının hayatına burunlarını sokar, onları utanmazca yargılama peşine düşerler.

Elimde tuttuğum kitap, Haziran 2020 baskısı, 8 ay içindeki beşinci basım. D&R mağazalarında yılın en çok satan 20 kitabı arasında 5. sırada yer bulmuş. Okurun böyle ilgisini çekmiş olması dikkate değer.

Sayaka Murata Kasiyer’de aile, iş, evlilik gibi kurumlar ile toplum – birey ilişkilerine mercek tutarken yarattığı karakter üzerinden topluma son derece ironik bir soru yöneltiyor: “Başka bir arzunuz?”

Turkuvaz Kitap, İstanbul, 06.2002, Beşinci basım,126 sayfa. Çeviren: Hüseyin Can Erkin

Yorum, görüş ve önerileriniz