OKURYAZAR GÜNCESİ – GÖKHAN KORKMAZGİL

ÖMRÜM / CEYHUN İRGİL – NACİ DİNÇER

Görseller: Şükrü Mehmet Ömür

Biyografiler bana sıkıcı gelir. Bir okur olarak, kurmacanın uçsuz bucaksız okyanusunda, sınırsız dünyasında yol almak varken, niye gerçek kişiler ve onların yaşamış olduğu olaylarla kısıtlı kalayım ki? Bir kişi var olmuş, bir şeyler başarmış, başından olaylar geçmiş, ben buna niye meraklanayım ki? Sorunun yanıtı, kişiye hayran olmak, düşüncesini benimsemek, ortaya koyduğu şeyleri sevmek, dönemine ilgi duymakla ilintilidir. Belki de ben artık gerçeklerle daha az ilgiliyimdir, pek az kişiye hayranlık duyduğum için biyografilere mesafeliyimdir, kim bilir?

Öte yandan, çok az biyografi hayran olunan kişinin herkesçe bilinen öz niteliklerini yüceltip, yaşanmış olayları zaman dizinsel biçimde sıralamanın ötesine geçebilir. Elbette bunu başarmak için idolü anlamış olmak, hiç değilse biyografinin yazım sürecinde dünyaya onunla aynı pencereden bakmayı becerebilmek gereklidir. Benim için biyografi, salt belge biçiminde kalmaktan fazlası olmalıdır.

Şimdii. Ömrüm, Cem Karaca’nın yaşamından sekiz yıllık bir kesiti belgelerle, fotoğraflarla aktarıyor olsa da, aslında bir biyografi değil. Yaşadığı en zor günlerde Cem’in her zaman yanında olan, ona daha sıkı sarılan, varını yoğunu Cem için feda eden bir “Kadının Adı Yok” hikâyesi. Ömrüm, Cem Karaca’nın sevdiği kadına, Meral Karaören’e taktığı isimdir. Cem Meral’e Ömrüm dediğinde, Meral artık kendini yok saydı, ömrünü Cem’e verdi. Kitabın yazarları bu adanmışlığa “Ömrüm’ün doğuşu, Meral’in ölümü” demiş. Devam eden paragrafta da “Ömrüm, Cem Karaca’nın Almanya’da 8 yıl boyunca sürgünde yaşamak zorunda kaldığı, pek de bilinmeyen gizemli dönemi anlatan ve yaşadığı aşkın perde arkasını aralamaya çalışan bir araştırma ve anı kitabıdır” diye yazmış. Biyografi olmadığını öğrendik, rahatladık. Şimdi tasasızca okuyalım o zaman.

Cem Karaca bir kuşağa nefesini yetirmekle kalmadı, sonraki kuşaklarda da sesi yankılandı durdu. O, hep solda kaldı, sağdakilerle hiç işi olmadı. Sağa geçip yavaşlamadı, soldan devam edip hayatı hızlı yaşadı. Tam adı Muhtar Cem Karaca’ydı, Türk Solu’ndaki birçok köyden hiç birine muhtar olmaya heveslenmedi. Anadolu insanının derdini hep yüksek sesle söyledi. Karacaoğlan, Pir Sultan, Ahmed Arif, Nazım Hikmet dedi, hem yazdı, hem besteledi. Sol yanda duranlardansanız, “1 Mayıs, işçinin, emekçinin bayramı” diye haykıran birini nasıl sevmezsiniz ki? Sağda duranlar da Cem Karaca’yı uzaktan dinledi, gizliden sevdi. Tıpkı Nazım’a hayran olmadan duramadıkları gibi.

1967’de Cem Karaca’nın ilk 45’liği çıkmış. 1968’de ilk kez televizyon deneme yayınları başlamış. Özel radyo diye bir şey yok, devletin radyoları her müziği çalmıyor. Müziği kendi kafalarına göre sınıflandırmışlar. Klasik müzik var, o zaten dünyanın her yerinde vardı. Yurttan Sesler Korosu var, kendi seçtikleri türküleri söylüyorlar, Türk Halk Müziği diyorlar. Türk Sanat Müziği var; sanki başka tür müzikler sanat değilmiş gibi, ona da Alaturka Şarkılar diyorlar. Yeni yeni ortaya dökülen bir şeyler var, İngilizce, Fransızca şarkılara Türkçe söz yazıp öyle söylüyorlar. Bu türe de doğru dürüst bir isim bulamamışlar, Aranjman diyorlar, Türkçe Pop, Türkçe Sözlü Hafif Müzik diyorlar. Arabesk ve TRT’nin duymak istemediği şeyleri söyleyen her tür müzik zaten yasak.

Tam bu zamanlarda, saçı sakalı birbirine karışmış oğlanlar, başını dik tutan, berrak bakan genç kızlar ortaya çıkıyor. Çekinmeden, korkusuzca şarkı söylüyorlar. TRT yayınlamıyor ama plaklarını herkes alıyor. Müziğe kulak verince, tınısı yabancı, biraz garipçe, ama sözleri bizden, bizi anlatıyor yahu! “Namus Belası” diyor, “Malabadi Köprüsü” diyor! Bu müziğe “Anadolu Rock” dendi, Cem Karaca öncülerden biriydi, bence birincisiydi.

Bugün altmışını geçmiş olanlar ilk gençliklerinde, yani elli yıl önce Cem Karaca’nın sesiyle büyülendi. O, şarkıları kulağımıza değil, yüreğimize söylerdi. Çocukluktan ergenliğe yeni geçmişiz, elimizden tutanı güç bela seçmişiz. Sevda kuşun kanadında, ürkütürsen tutamazsın… Hemen gidip ilk gördüğümüz kıza sevdalanırdık. Ökse ile, sapanla, vurursun da saramazsın… Sapanlarımızı kırıp atar, kuşlara daha güzel bakmaya başlardık. Hayat sırrının suyunu çeşmelerden bulamazsın… Hayatın bir anlamı olması gerektiğini anlardık. Ansızın bir deli çaydan, içersin de kanamazsın… Deli çayın, gayet akıllı bir sosyalizm olduğunu kavrardık.

Birçokları O’nun şarkılarıyla düzene başkaldırdı. O’nun müziğiyle ilk gördüğü kıza âşık olup gönül indirdi. Mahallenin beri ucunda, oğlanın biri pikaba plağı koyar, sesi açardı: “Maviye, maviye çalar gözlerin, hadi gel, gel, ay karanlık”… Mahallenin öbür ucundaki mavi gözlü kız kendine pay çıkarırdı. Babasını yeni kaybeden, resimdeki gözyaşlarını dinler, elindeki resme bakıp bakıp ağlardı. Tamirci çırağı, dilinde marş olmuş işçisin sen işçi kal sözlerini ezberler, ayağında uzun etek, dalga dalga saçları olan bir kızın kapıdan girmesini beklerdi. Neye dertlendiğini bile bilmeden, herkesin gözlerine gecenin nemi düşer, ıslak ıslak bakardı. Nice genç bu son olsun, bu son diye nefes tüketti, niceleri Gülhane Parkı’nda bir ceviz ağacı olmaya gitti. Daha ne bekliyordunuz, o gün bu gündü. Haksızlıklara karşı yüreği isyanla dolan gençler, bir orak bir çekiçle dünyayı yerinden oynatabileceklerini düşündü.

Kitapta Cem Karaca’nın müzik yolculuğuna değgin bilgiler, yaşanmış gerçek olaylar bulunuyor. Onno Tunç ve Sezen Aksu’dan Yılmaz Güney’e, Cahit Berkay’dan Theodorakis’e birçok güçlü isimle, kimi gülümseten, kimi hüzünlü anekdot gün yüzüne çıkıyor. Ayrıca Cem Karaca’nın Meral Karaören’e yazdığı mektup ve şiirler, kendi el yazısı ile sayfalarda yer alıyor.

Bu kitap için ilk çalışma, 2013 yılında Fethiye’de yazar Naci Dinçer’in ses kayıtlarıyla başlar. Dinçer, Meral Karaören ve Cem Karaca’nın yakın arkadaşı İbrahim Hızlı ile 30 kadar ses kaydı yapar. 2020 – 2022 yılları arasındaki süreçte Karaören ve Karaca’nın Almanya’daki arkadaşlarıyla görüşmeler sürer. Kitap, Cem Karaca’nın sürgünde yaşadığı Almanya yıllarında perde arkasında kalan, kendisinin bile hiç adını anmadığı bir aşkın, Ömrüm dediği kadının hikayesi ve gurbette tekrar yaşama tutunma çabalarının belgesidir.

“Biyografileri meraklısı okusun” diye düşünürdüm, haksızlık ettiğimi anlıyorum. İyi şeyler kolayca ortaya çıkmaz, emek ister, sabır gerekir, bunu biliyorum, iki yazarlı bu kitabın çok okurlu bir kitap haline gelmesini diliyorum.

 “dolu dolu gözyaşı ile

Kan ile terle değil mi

Ömrüm, ömrüm…”

Cem Karaca, 1992

Ömrüm, Ceyhun İrgil – Naci Dinçer, Sia Kitap, İstanbul, Temmuz 2023, 183 sayfa

Yorum, görüş ve önerileriniz