SINIRIN GÜNEYİNDE, GÜNEŞİN BATISINDA – HARUKİ MURAKAMİ / YAZI VE FOTOĞRAFLAR: GÖKHAN KORKMAZGİL

Japon edebiyatına ne kadar mesafelisiniz? Ya da şöyle sorayım: Hiç Japon bir yazarın romanını okudunuz mu? Çünkü Japonya coğrafi olarak bize o kadar uzak, insanı, dili, yazısı, müziği, toplamda kültürüyle bizden o kadar farklı ki! Ben ilk gençliğimde sular seller gibi, peş peşe kitaplar okurken, hatta aynı zamanda birkaç kitap devirirken, Japonlardan hep uzak durdum. Anlamayacağımı sandım, belki ilgimi çekmedi, belki de çekindim. “Bilinmedik sularda niye yüzeyim ki” dedim. Okuduğum ilk Japon yazarla (Yasunari Kawabata / Uykuda Sevilen Kızlar) fikrim değişti, edebiyatın evrenselliği kendini gösterdi. Ne de olsa yüzeceğin suları bilmek gerekmiyor, yüzmeyi bilmek yetiyor. Hatta daha iyisi, yeni kültürlerle tanışmak insana iyi geliyor.

Japon yazısını görürsünüz, hiç harflere benzetemezsiniz, resim midir şekil midir orası tamamen belirsiz. Oysa birileri uğraşmış, Türkçeye kazandırmış, gördüm ki Japonlar da bizim gibi insanmış!

İkinci Dünya Savaşı sonrası, küçük bir Japon kasabası. Hacıme bir evin tek çocuğu, on yaşlarında bir oğlan. Şimamoto da başka bir evin tek çocuğu, aynı yaşlarda bir kız. İkisinin ailesinin de tek çocuklu olması, savaş sonrası Japonya’sı için fazlasıyla yadırganan bir durumdur. Hacıme’nin söylediklerini okuruz: “Yaşadığım kasaba tipik bir orta sınıf mahallesiydi. Okul arkadaşlarımın hepsi düzenli, küçük teraslı evlerde yaşıyorlardı; belki bazılarının evi benimkinden biraz daha büyüktü ama hepsinin benzer girişleri ve bahçelerinde çam ağaçları olduğuna emin olabilirsiniz. Arkadaşlarımın babaları şirketlerde çalışıyorlardı veya başka meslekleri vardı. Neredeyse kimsenin annesi çalışmıyordu. Ve hemen herkesin bir kedisi veya köpeği vardı. Daha sonraları, kasabanın diğer kısımlarına gittim, ama her yer neredeyse aynıydı. Sonuç olarak, dünyadaki bütün insanların aileleriyle bahçeli bir evde, kedi veya köpekleriyle yaşayıp işe takım elbiseyle gittiklerini sanıyordum. Başka türlü bir yaşam tarzı hayal edemiyordum.

Yazar böylece Japonya’nın kalıba sokulmuş tekdüze toplum yapısını roman kahramanının çocuk bakışıyla bize anlatıyor. Tipik bir ailenin birkaç çocuğu vardır, iki değilse üç. Dört, beş, ya da daha fazla çocuğu olan ailelerin sayısı çok azdır, tek çocuklu aileler ise daha da nadirdir. Yetmiş yıl sonraki, bugünkü Japonya’ya bakıyorum. Doğurganlık hızı düzenli bir biçimde azalmış. 2022 rakamları kadın başına 1.34 doğumla tarihin en düşük seviyesini görmüş. Japon nüfusu peş peşe 14. Yılda da gerileme kaydetmiş, yaşlı nüfus artmış. Evlerde çocuk sayısından fazla evcil hayvan var. 15 yaş altı nüfus 16,5 milyon, kayıtlı evcil kedi – köpek sayısı ise 21 milyon. Dünyanın en büyük ekonomilerinden birine sahip olmak ulusu kurtarmaya yetmiyor mu? Japonlar yok mu oluyor?

Tek çocuk olma etiketi beraberinde sürüdeki kara koyun olma durumunu getiriyor. Hacıme ve Şimamoto toplumun refleks tepkisinin, herkesçe şımarık, zayıf ve bencil olarak görülmek olduğunu biliyorlar. Bu özellikler Japon toplumunda bağışlanacak gibi değil. Hacıme toplumun bakışıyla yaralanıyor, üzülüyor, yetmezmiş gibi toplumun haklı olduğunu düşünüyor, kendisini küçümsüyor. Şİmamoto’nun bir ayağı doğum sonrası geçirdiği çocuk felcinden ötürü aksıyor, belki de bu engel sayesinde toplumla daha iyi başa çıkabiliyor. Sonuçta Hacıme’yle Şimamoto ayrılmaz ikili oluyor, birbirlerine daha sıkı sarılıyor. Ta ki Şimamoto ilkokuldan sonra başka bir okula gitmeye başlayana dek.

Çocukluk aşkı tam da böyle bir şey değil midir? Sen daha kendin çocuksun, başka bir çocukla büyüleniyorsun! Bedeninde ve ruhunda oluşan değişiklikleri henüz anlayamamışken, dünyayı yeni yeni kavramaya çalışırken, karşı cins nedir daha hiç bilmezken… Başka bir dünya gelir, seninkine değer, iki kişilik bir çocuk dünyası ortaya çıkar. Sonra bir gün ailen başka yere taşınır, çocuk âşıklar mecburen ayrılır, ruhunda izleri ömür boyu kalır.

“Dürüst olmak gerekirse…” diye başlayan tümceleri hiç sevemedim. “Şimdiye kadar değildim, artık dürüst olayım” mı diyorsun? “Buraya kadar hep palavra sıktım, bundan sonra doğruları söyleyeyim” demiş olmuyor musun? Dürüst olmak hep gerekli değil midir, niye “gerekirse” diye söze başlıyorsun? Ne kadar ‘gereksiz’ bir söze başlama biçimi bu? Amerikan filmlerinde sıkça rastlıyorum, dublaj Türkçesinin dilimize sokuşturduğu bir kalıp bu. Romanda birçok yerde anlatıcı konumundaki Hacıme’den bu kalıbı duyuyoruz. Metnin aslında nasıldır, çevirmenin tercihi midir bilemiyorum ama, Murakami’nin anlatımındaki içtenliği örseliyor.

Hacıme ile Şimamoto hoşça kal deyip ayrıldıklarında on iki yaşındadırlar, bir daha yirmi beş yıl sonra karşılaşırlar. Birbirlerinden habersiz geçen çeyrek asırda herkes kendi hayatını yaşar. Hacıme evlenmiş, iki kız babasıdır, uzun yıllardan sonra varlıklı bir iş adamıdır. Murakami burada haksız ve kolay para kazanmanın Japon aile yapısına olumsuz etkisini de yazmaktan geri durmamıştır. Şimamoto’nun geçen yirmi beş yılı ise tam bir gizemdir, Hacıme’ye söylemez, yazar da bize anlatmaz. O artık bir gizemli kadındır. Yeniden karşılaştıklarında derinlerdeki közler alevlenir, çocukluk aşkı yetişkin ateşine döner, Hacıme altüst olur, Şimamoto gizemli kalmayı sürdürür.

Çocukluk, ilk aşk, kaybediş, kavuşmak, evlilik, sadakatsizlik, pişmanlık üzerine incelikli bir hikâye okudum. Sevenler ayrılır, ayrılanlar kavuşur, dünya değişir, hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Son diyeceğim; okumamanın mazereti olmaz!

Doğan Kitap, İstanbul, Temmuz 2007, 189 sayfa, Çeviren: Pınar Polat

Yorum, görüş ve önerileriniz