Romanın kapak tasarımı Adnan Elmasoğlu’na ait. Yalın kapakta topuklarına basılmış bir çift erkek ayakkabısı, peşinde de bir çift yeşil naylon çarık var. Ayakkabıların içinde adam yok, çarıkların içinde de kadın. Bu iki çift ayakkabı tüm romanı temsil ediyor: Yok olup giden âşık Heves Ali, onun peşinde de kendini adım adım yok eden Ağıtçı Kadın.
Hevesini alıp gitmiş adamla hevesi kursağında kalmış kadının hikâyesi kendine özgü bir anlatım zenginliğiyle ilmek ilmek örülmüş. Ayrılık yaman, ölüm baki, daha yıkıcı ne var ki? Tüyler ürperten bir geleneğin son temsilcisi olan Ağıtçı Kadın’ın kendi ömrü de bir ağıt olmuş, onu yollara döke saça saz aşığı Heves Ali’nin izinden yürüyor. İz onu Konya, Bursa, İstanbul, Erzurum, Ergani, Malatya diye dolaştırıyor, çember tamamlanıyor. Geçtiği her şehirde, her kasabada yüreğe dokunan bir hikâye ortaya çıkıyor.
Ölüm mü ayrılıktır, yoksa ayrılık mı ölüm? Ölürsün, sevdiklerin senden ayrılmaz. Ayrı düşersin, kalan ömrünün her gününde tekrar, tekrar ölürsün. Dünya renk renk olsa kaç para eder, Ağıtçı Kadın bir ömür boyu karalara bürünmüş. Heves Ali, ona sadece rüyalarında görünmüş. Rüyaları rehber edip sokak sokak yürümüş. Aşkı dışında, içindeki her şey, meğer yıllar önce çoktan ölmüş. Ama kalbi, henüz yirmi yaşındayken aldığı o ilk sızıyı hiç unutmamış. Arguvanlı Ağıtçı Kadın’ın kalbi, gençlik sevdası Heves Ali’nin sessiz sedasız gidişiyle için için yanan, hiç sönmeyen bir kora dönmüş. Başkalarının ölülerine ağıtlar yakıp gözyaşı dökerek sanki dünyanın tüm acılarını kendinde toplamaya çalışmış. Ağıdına gittiği her ölüyle biraz daha ölmüş.
Ağıtçı Kadın’ın kendisini bırakıp giden Heves Ali’sine sitemi o denli acı, o denli yakıcı ki, ne yapsam bir türlü yeterince ifade edemiyorum. Bu nedenle o sözcükleri olduğu gibi alıntılayarak buraya koymaktan başka çıkar bulamadım: “ Gittin. ‘Geleceğim’ dedin. Yalan her ağızda güzel dururdu elbet, bilmedim. Birinci yıl, bugün dedim. İkinci yıl, yarın, dedim. Üçüncü yıl, baharın, dedim. Dördüncü yıl, kışın, dedim. Beşinci yıl, uzakta, dedim. Altıncı yıl, bari bir rüyada görsem, dedim. Yedinci yıl, artık gelmez, dedim. Senden kalan ne varsa önüme yığdım bir gece. Bana aldığın arkası kuşlu aynayı, ahşap tarağı, inci boncuğu, türlü renkteki yazmayı; dilinden yalnızca benim için dökülen kelimeleri, dönüp son kez baktığında geride bıraktığın bakışını, nedensiz susuşunu, geldiğin akşamların neşesini, gittiğin yolun tozunu, içtiğin sigaranın külünü, haber göndermediğin yılların sayısını eteğime topladım. Hatıra kalan her şeyi birer birer havaya kaldırıp ağıtlar yaktım. Külünü ellerime, tozunu yüzüme sürdüm. Dişlerini kırdım tarağın. Aynanın kuşunu havaya saldım. İnci boncuğu ele verdim. Eşya tuzla buz olup dünyadan silinebiliyordu ama senden bana kalan kelimeler kulağımda dönüp durmaya devam etti. Kulağıma başka dillerden dökülen hikâyeler, başka acılar doldurdum. Sağır kaldım içimden yükselen sesine. Ama ne zaman bir yerde bir türkü çalındı kulaklarıma, o eski yaram gelip otağını içime kurdu.“
Heves Ali’ye dair daha fazla iz bulmak isterseniz, Kemal Varol’un sonraki romanı Aşıklar Bayramı’nı okuyun. Asla bir devam romanı değil, ama Ucunda Ölüm Var’da Heves Ali’yi bunca aramışken, izinin peşinde diyar diyar gezmişken, başka bir romanda ona rastlamak çok güzel değil mi? Üstelik Ucunda Ölüm Var’ı okurken içinde dolandığınız, doyamadığınız masalsı, hüzünlü havaya Âşıklar Bayramı’nda yeniden kavuşmak da çok güzel. Asıl, Âşıklar Bayramı’nın devam romanı var: Babamın Bağlaması. Kemal Varol, ‘Ucunda Ölüm Var’, ‘Âşıklar Bayramı’ ve ‘Babamın Bağlaması’ için bir üçleme diyor ve ekliyor: “Aslında bu üç romanda da aynı aşkın izini sürüyordum.”