Kemal Varol – Âşıklar Bayramı İletişim Yayınları, İstanbul, 2021, 6. Basım, 227 sayfa
Kemal Varol – Âşıklar Bayramı İletişim Yayınları, İstanbul, 2021, 6. Basım, 227 sayfa

Romanlar bana göre iki çeşittir. Bazılarını okurken hala aynı yerinizdesinizdir. Elinizde kitabı tuttuğunuzu bilirsiniz, masanızdaki çay oradadır, öteden geçen arabayı göz ucuyla da olsa fark edersiniz, biri bir şey derse duyarsınız. Başka bazı romanlardaysa ne yerdesiniz ne göktesiniz, siz romanın içindesiniz. Akış sizi alır götürür, dünya yıkılsa duymazsınız. Âşıklar Bayramı bu ikinci tür romanlardan.

© Şükrü Mehmet Ömür
© Şükrü Mehmet Ömür

Âşıklar Bayramı, bir yol hikâyesi. Bir yandan geçmişin içine, İstanbul’a, öte yandan şimdiki zamanda Diyarbakır’dan Kars’a. Genç avukat Kemal geçmişiyle bir türlü helalleşememiştir. Cezaevi, mahkeme, avukatlık bürosu ve evi arasında dört döner, her sabah sıkıntılı günlerine bir yenisini ekler. Sevgilisi Yıldız’ın gözlerinde eski aşkı Aylın’ı boşuna arar, neyi nereye koyacağını bilemez, yolunu bulamaz.

Bir gece vakti ansızın, kapısı gizemli ve çekingen biçimde çalınır, yirmi beş yıldır görmediği babası bir elinde tahta bavulu, bir elinde üç telli bağlamasıyla çıkagelir. Ömrünü bir bağlamanın peşinden oradan oraya sürüp duran bir babadır o. Ölümcül derecede hastadır, üstelik olanca ağırlığıyla geçmişi de sürükleyip getirmiştir. Bir kişinin bir romana girişi bundan güzel olabilir mi?

Avukat Kemal’in babası kapıda belirdiğinde, ben karşımda Heves Ali’yi gördüm. Âşık Heves Ali, Kemal Varol’un bir önceki romanı Ucunda Ölüm Var’daki gizemli kişidir. Âşık, onu sevenlerin hayatından, elinde bağlamasıyla bir anda çıkıp gitmiş, bir daha da görünmemiştir. Kemal, babası için “… ömrü boyunca hep burnunun dikine gitmişti. Bir sözü ancak sazıyla söylemişse anlam kazanırdı” der. Böylece, her ne kadar Âşıklar Bayramı bir devam romanı olmasa da, öncesinde Ucunda Ölüm Var’ın okunması, bu iki romandan alacağınız keyfi artırır.

© Şükrü Mehmet Ömür
© Şükrü Mehmet Ömür

Hiç mi takıldığım yer olmadı? Oldu. Örneğin, “…galiba pencere yerine tam oturmamıştı ki cızırdayarak bir daha açıldı” (sayfa 15) tümcesinde pencerenin cızırdaması bir türlü kafamda ses olarak karşılık bulmadı. Aynı biçimde, “… yerine tam oturmamış birkaç parke cızırdayıp her seferinde beni ele verse de parmak uçlarıma basa basa odaya dönüp…” tümcesinde de (sayfa 35) cızırdamak benim tercihim olmazdı. “…gece karanlığını saran böcekler, kamelyanın ahşap banklarının cızırtısı, yerde sıkıntıyla sürtünen ayakkabılar…” (sayfa 111) tümcesinde de cızırdamak geldi kulağımı tırmaladı. Bu arada, elbet kamelya yerine kameriye yazılmalıydı, çünkü kamelya kırmızı, pembe, beyaz iri çiçekler açan Japon Gülü. Kameriye ise bahçelerde yazın oturmak için yapılmış, kafes biçimli, kubbeli, üstü yeşilliklerle sarılan süslü çardak. Sayfa 154’te bu cızırdama işi bana yine diken gibi batıyor: “… arkamızdan eski mi eski bir kapının bütün menteşelerini cızırdata cızırdata açıldığını duydum…” Bana, sanki kapı menteşeleri gıcırdasa, eski ve gizemli oluşunu daha iyi ifade edecekmiş gibi geliyor. Belki de ben bu cızırdama sesine fazla takılmışımdır. Gittim TDK sözlüğüne baktım, orada da kısaca demişler ki: Cızırdamak: Cızır diye ses çıkarmak!

Elbette roman gerçekle sınırlı olmaz, öte yandan hayalin, kurgunun da sınırı yoktur. Ama benim gibiler Cadillac İmpala diye bir otomobile takılabilir, neden Chevrolet İmpala yazmamış diye meraklanabilir. Bu arada, eş zamanlı olarak Hakan Yaman’ın Hüzzam’ın Uçma İhtimali’ni okuyorum, Yaman romanındaki arabaya Chevrolet İmpala demiş (sayfa 125 ve 192). Dedim ya, kurgunun sınırı olmaz diye, sanırım ayrıntılara takılmanın da bir sınırı yok. Takılacak bir nokta ararsanız sonunda bulursunuz.

© Şükrü Mehmet Ömür
© Şükrü Mehmet Ömür

“Helallik İsteyenin Türküsü” başlıklı bir monolog var ki, Âşık Heves Ali bozulmamış zamanların seslerine, Anadolu’nun öz kültürünün gelenekçi ozanlarına tek tek selam ediyor. Kâni Karaca’yı, Çekiç Ali’yi, Tenekeci Mahmut’u ve Ruhsatî’yi anıyor. Fekiyê Teyran’ın, Evdalê Zeynikê’nin, Egidê Cimo’nun ve Şakiro’nun hatırını soruyor. Muharrem Ertaş’ı, Hacı Taşan’ı, Hafız Kemâl’i, Neşet, Mahsuni ve Sümmanî’yi eksik etmiyor. Pir Sultan, Karac’oğlan, Kul Nesimî ve Yunus’un adlarını zikrediyor. Unutulmaya yüz tutmuş bu yüce gönüllü insanlar birer birer Heves Ali’nin dilinden geçiyor. Onlar ki şimdi dilden dile dolaşan üç beş türkü, Heves Ali’nin hayatı da türkülerden ibaret.

Avukat Kemal, öldü ölecek haldeki babasını yanına alıyor, onu Kars’a, âşıklar buluşmasına yetiştirmek için Diyarbakır’dan yola çıkıyor. Heves Ali yan koltukta yola bakıyor, şeceresini sayıyor: “Biz bu dağların arkasındaki eski yoldan gelmişiz buralara” diyor. “Açlık, kıtlık, yoksulluk yılları. Horasan’dan Erzurum’a. Oradan yürüye yürüye Tekman’a, Aligur Köyü’ne. Aligur’dan Harput’a, sonra da işte Arkanya’ya, Hoşap Düzü’ne gelmişiz.”

Kemal “babası uzaklardayken, yıllar yılı kayıpken, varı yoğu belirsiz bir türküden ibaretken, kendisiyle değil hatırasıyla” çok kavga etmiş. Şimdi yanındayken ona iki çift laf söylemek zor geliyor. Yalnız değiller, kendi belalı geçmişiyle, babasının yirmi beş yıldan beri sır dolu geçmişi de arabada yerlerini almış. Bulutlarla eş yükseklikteki dağların arasından kıvrıla dolana yol alıp Elazığ’a, babasının deyişiyle Harput’a vardıklarında burada bir âşıklar buluşmasına denk geliyorlar. Kocaman bir odanın içindeki sedirlerde yan yana sıralanmış çoğu yaşlı on beş – yirmi kadar saz – söz ustası var. Gündüzleri kuyumcu, müezzin, berber ve bakır ustası, geceleriyse hepsi birer müzik üstadı, birer gazelhan. Bellerine allı güllü bir kuşak sarmış, siyah yelek ve şalvar ile sakız gibi beyaz gömlekler giymiş bu sekiz köşeli şapkalı sanatkâr adamla çalgılar çalıyor, söz yarıştırıyor. Odanın tam ortasındaki sehpada bakır bir sini duruyor, üzerindeki mangalda ağır ağır demlenen çayın buharı sayfalardan yükseliyor, Evleri Uçta Yarim türküsü kulaklarıma ulaşıyor. Anlatımdaki canlılık beni de odaya çekiyor, kapının yanındaki boş mindere ilişiveriyorum.

Kemal Varol, diken.com’da Ece Piroğlu ile söyleşisinde şöyle diyor: “Âşıklar Bayramı, aslında bir üçlemenin ikinci kitabı. ‘Ucunda Ölüm Var’, ‘Âşıklar Bayramı’ ve ‘Babamın Bağlaması’. Aslında bu üç romanda da aynı aşkın izini sürüyordum. Ama Âşıklar Bayramı aynı zamanda bir baba-oğul romanı. Tıpkı bazı aşklar gibi, yaşanmamış, eksik kalmış, yarasını sonraki kuşağa devretmiş bir baba-oğul ilişkisinin, yolculuğunun romanı.”

Âşıklar Bayramı 2019’da Dünya Kitap Yılın Telif Kitabı seçildi ve 2020 Attilâ İlhan Roman Ödülü’ne değer görüldü. 2022’nin son aylarında aynı isimle sinema filmi oldu. Yönetmeni ve senaristi Özcan Alper, oyuncular Kıvanç Tatlıtuğ, Settar Tanrıöğen, Uğur Uzunel. Özcan Alper film için “Alevi kültürü ve yaşam biçimine saygı duruşu filmi çekmemin nedenlerinden biriydi” diyor. Aynı günlerde üçlemenin son romanı “Babamın Bağlaması” da Everest Yayınları’nda basıldı. Okuyacak ve izleyecek güzel şeylerin ortaya çıkması ne kadar güzel!

Yorum, görüş ve önerileriniz