Roman, 1956’da Erzurum’da açılıyor. Tek kanadı kesik martı Hüzzam, uçamadığından koşarak sayfaların arasından çıkageliyor. Peşinden, bir imamın ilkokul bebesi iki oğlu İsa’yla Musa ortaya çıkıyor. Palandöken’e bakan düzlüklerde, gamsız çocukluğun içinde hep birlikte yuvarlanıyorlar.
1958’de, fabrika işçisi olan amcası okutmak için İsa’yı yanına alıyor, Ankara günleri başlıyor. Erzurumlu köylü çocuk İsa gün be gün kozasını aralıyor, Siyasal Bilgiler’i kazanıyor, kabuğunu kırıp sınıf bilincini kavramış bir gence dönüşüyor. Menderes, Talat Aydemir, Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, 27 Mayıs, Türkiye İşçi Partisi, Yön Dergisi, Yeni Ufuklar, Karanlıkta Uyananlar, Hiroşima Sevgilim… Roman arka planda dönemin gerçeklerine yaslanıyor. Gençlik Parkı’nda sandal kiralama, Büyük Sinema, Ankara Sanat Tiyatrosu, Atatürk Orman Çiftliği, Papazın Bağı, Ali Nazmi Pasajı’ndaki Goralı, Ulus’taki Akman Pastanesi, Sakarya Caddesi’ndeki birahaneler… Ankara’nın daha Angara haline gelmediği dönemlerdeki atmosferini yansıtıyor.
Peki romana zemin oluşturan, ülkenin bir türlü içinden çıkamadığı bu yapısal sorunlar yaşanırken gençlik niye yerinde duramadı, toplumsal kalkışmalarda niye en ön saflarda yer aldı, neden işkence gördü, can verdi?
Atatürk ülkenin geleceğinin onların elinde olacağı bilinciyle, Cumhuriyet’i gençlere emanet eder. Kuruluştan sonraki birkaç on yıl boyunca Türk gençliği, bu sorumluluğun gereği olarak erkenden olgunlaşmak zorunda kalan bir görüntü çizer. Cumhuriyet’i en baştan beri benimsemiş ve sahiplenmiştir. 1950’lerin sonlarında Menderes döneminde ülke Cumhuriyet ilkelerinden saptığında olan bitenin farkındadır. Peşinden 1960 darbesi geldiğinde gençlik bunu düzeltici bir hareket olarak görür ve destek verir. “Ordu gençlik el ele” sloganı dillerdedir. Geçen zaman işlerin göründüğü gibi olmadığını gösterdiğinde, dinci ve emperyalist yayılmanın sürdüğü anlaşıldığında gençlik sesini yükseltmeye başlar: 1968 olayları bir öğrenci gençlik hareketidir. 12 Mart 1971 darbesi gençliği tehlike olarak algılar, karşısına koyar ve üzerine gider. 12 Eylül 1980 darbesi ise toplumun tüm demokratik güçleriyle birlikte gençliği ezip geçer. Artık gençlerden beklenen siyasete hiç karışmamaları, oturup derslerine çalışmalarıdır. Ancak geçen zaman gençlerin uysalca boyun eğmediğini, koyun olmayı kabul etmediğini gösterir. Tabi, bir de savaşanları ilk fırsatta unutanlar var, onlar bu hikâyenin tümüyle dışındalar.
Çocuk İsa 27 Mayıs’ı görüyor, genç devrimci İsa 12 Mart’ı yaşıyor, yetişkin devrimci İsa da 12 Eylül’ü. Onar yıllık aralarla kesintiye uğrayan Türkiye demokrasi tarihi aslında bir darbeler tarihi. İsa’nın 12 Mart sonrası Mamak’ta cezaevinde tutmaya başladığı günlükler romanın bundan sonrası için bir izlek oluşturuyor. Grevler boykotlar, gösteriler direnişler, kaçaklıklar hapislikler, işkenceler ölümler… Ülkede Filizkıran Fırtınası esiyor. “gün doğmadan başladı filizkıran fırtınası / evler yemen türküsü sokaklar seferlik / öyle bir gariplik ki, öyle bir tedirginlik / yaz başında güz sonrası”…
Türkiye’de devrimci gençlik hareketinin doğuşu, emeklemeye başladığında hemen bölünüşü, gelişirken yine bölünüşü, büyürken elbette bölünüşü, kitleselleşirken birden fazla kez bölünüşü, hep bölünüşü… Yani, ülkede devrimci hareketin tarihi de bölünmelerin tarihi.
Kır gerillası olup dağlara çıkmak oyun değildir, dağlar çetindir, yalnızlıktır. Şehir gerillası olup kentlerde vuruşmak çıkar yol değildir, sokaklar düşlendiği gibi romantik olmaz, sonu ölümdür. İsa bir yandan devrimci hareket içinde savrulurken bir yandan da özeleştiri yapmaktan geri durmaz. Halka rağmen halk için, köylüyü yanına almadan, işçiyi örgütlemeden, daha en yakınındaki emekçi amcasının bile desteği arkasında yokken nasıl devrim yapacağını düşünmez. İşi yoktur, silahı vardır, parası yoktur, cesareti vardır, ağır baskı altında bugün karanlıktır, umudu olduğundan ona göre gelecek aydınlıktır.
Romanın sonuna eklenmiş zaman dizini 1945 – 1991 yılları arasındaki kilometre taşlarını –kısaca- ortaya koyuyor.
Türkiye’de devrimin gerçekleşme ihtimali, Hüzzam’ın uçma ihtimali kadar. Devrimin bir kanadı emekçilerse bir kanadı da aydınlar. Kanadın biri zaten güdük, ötekini de uçmaya yeltendikçe kestiler. Hakan Yaman, uçma isteğiyle yanıp tutuşan, koşup koşup tökezleyen, az havalanıp düşen martıyı anlatmış bize.
Hakan Yaman, Cumhuriyet tarihinin neredeyse yarısını oluşturan geçmişe dönerek romanı kurarken, kurmacayı yaşamdan ayıran ince çizginin üzerinde dolaşıyor. Üç darbe yaşayan ülkenin belleğine doğru yola çıkıyor, oradan bir çocuk alıp adım adım bugüne getiriyor. “Çocuğa ne oldu”yu merak ederken “ülkeye ne oldu”yu okuyoruz, yaşananların toplumda ve bireyde yarattığı şok dalgalarını hissediyoruz. O insanlar bir “Yol” seçtiler ve ömür boyu bedel ödediler, hatta bedelini ömürleriyle ödediler.
Bir çocuğun, haksızlıklara isyan duygusuyla dolu bir delikanlıya, giderek devrimci romantizmini hiç yitirmeden bir yetişkin bireye dönüşme sürecini yansıtan çok katmanlı bir roman.
Biz o günlerden nasıl geçtik? Bazılarımız çocuk, kalanımız gençtik, bir yarayı kapatanın yeni bir yara olacağını nereden bilirdik? Acının, acıyı sileceğini söyleyen büyüklerimize nasıl güvenirdik? Ne yaralar eksildi, ne acılar dindi, kim bilir kaç kuşak göz göre göre kayıp bilindi. “Yaşamak yaralanmaktır” demiş Cemil Meriç, zira, aldığın yara, ışığın içine gireceği yerdir.
Ne de olsa eşitsizliğin olduğu bir dünyada tarafsız kalmak, taraf olmak demek değil midir?
Sia Kitap, İstanbul, 12.2021, 395 sayfa
Fethiye, 13 Mart 2023