NEDEN HER ŞEYE KARŞI ÇIKMAK LAZIM – ULAŞ KİPER

“bütün renkler hızla kirleniyordu

birinciliği beyaza verdiler”

Ormanın içinde dolaşırken ormanı sevmek ne güzel ve ne kolay. Deniz kenarında denizi sevmek gibi. Bütün bir yaşamak, çoğu kez kabuller üzerinden yürüttüğümüz bir varoluş. Her nasılsa, içine girince ormanın ya da bir yüzmek geldiyse içimizden, dalarız denize ve o güzel anın her türlü ihtişamı bize uzun süre yetecek nefes olur.

Doğanın hangi parçasıyız? Çok sık düşünmeyi gerektiren bir soru. Bu Homo sapiens’in bir süredir rafa kaldırdığı bir soru. Hakikatten, bahçelerdeki çimlerin, klorlanmış havuzların, keşmekeş trafiğin içinde mi mutluyuz? Yoksa uzun bir Darboğaz yürüyüşünde mi? Ve yahut papatyaların açtığı mevsimde, Kayaköy’de yürüyerek ulaştığımız kahvehanede oturup çayımızı yudumlarken mi? Çokça yağmur yağan bulutlu bir günde, Çalış Sahili’nde olmak mı? Yoksa bir AVM’nin gürültüsüne dalıp “yahu biz neredeyiz dediğimiz” anda mı?

10.000 yıla yaklaşan tarım serüvenimiz, 200 yıla yaklaşan makineleşme serüvenimiz ve en nihayetinde 50 yıla sığdırdığımız internet çağı… Yine de hepimizin aklı, varsa yoksa “o sakin köyde, o küçük kasabada, o yaşlı ağaçların olduğu ormanda”…

YEŞİL ÜZÜMLÜ’YE KROM ELEME TESİSİ YAPILACAKMIŞ!

Başka türlü bir yazıya oturup, Fethiye’nin en yakın köylerinden birine yapımı planlanan krom eleme tesisi için yazmaya varmak ne yazık. Oysa benim aklımdan geçen; Fethiye’nin eski ev sahipleri olan Likyalılardan bahisle, orta öğretim basamaklarından biri olan “lise” kelimesinin “Likya” kelimesinden kök aldığından, Likya’nın “ışık kenti” olmasıyla, “lise” kelimesinin bir bütün olarak “aydınlanma”yı tarif ettiğinden bahsedip ve tabi ne yapıp edip hikâyeyi doğaya bağlayacaktım. Bunu yapabilmem için doğanın herhangi bir parçasıyla bağ kurmam gerekecekti. O iş de bu kadar zor olmayacaktı. Şimdi üzerine beton dökecekler.

KIYILAR YAĞMALANIRKEN

Kıyılar halkındır! Kocaman bir evet ve arkasından kocaman bir hayır. Kıyılar, bizim olduğu kadar orayı mesken tutan diğerlerine ait. Türümüzün, sahillere neden tonlarca çöp bıraktığını da kırk defa düşünmek gerekecek. Oysa yaşamın başladığı yer olarak kayda değer bir özelliği var sahillerin. Ha keza “sudan karaya çıkarken” ilk adımlarını atanların (Tiktaalik roseae) mekânı ve sonra tekrar geri dönen balina (Cetacea) gibi canlıların karayı terk ettiği yer.

Biz çoğu kez denize karadan bakarız. Bir sürü deniz feneri hikâyesi, bir sürü yürüyüş rotası, bir sürü ışık huzmesiyle yakamoz… Oysa deniz ile karanın buluştuğu yer hayatın başlangıcının sahnelendiği ve çoğu kez değiştiği yer.

Denizdeki yaşam ışığa çok ihtiyaç duymaz ama garip bir şekilde karada ışık üreten canlılardan çok daha fazlası denizde yaşar. Karada parmakla sayılacak kadar az olan ışık üreten canlılar arasında hepimizin bildiği ateş böcekleri ve daha az bilinen mantar türleri bulunuyor. Fakat bir deniz kenarı canlısı daha var ki Fethiye’nin “ışık kenti” adını almasına katkı veriyor ve ne yazık ki onun yaşam alanı olan kıyıları çimentoyla sıvıyoruz. Pholas dactylus, İngilizce adıyla “Melek Kanadı” olarak isimlendirilen bu canlı bizim kıyılarımızda çok az karşılaştığımız kabuklulardan birisi. Özelliği ise kentin tarihsel ismine yakışır nitelikte. Işık saçması! Olağan yaşamında sakin bir şekilde ve kıyıdaki kovuklarında sabit şekilde ömrünü geçiren dostumuz saldırıya uğradığında ya da bir insan ağzına atıp tadına baktığında ışık saçıyor. Bunu ben demiyorum, milattan önce doğa üzerine yazdığı kitaplarla tanınan Plinius söylüyor. Işık kentinin, ışık yayan sakini hala kıyılarımızda yaşıyor. Ben bu konuyu da, Işık kenti olan Fethiye’ye bağlayacaktım ama şimdi üzerine beton döküyorlar.

KRUVAZİYER LİMANI

Ölüdeniz, biz Fethiyeliler için çok şey ifade eder. Ölmediğini bilir ve çok eski bir geçmişte anlatılan Belcekız anlatısının bir parçası olduğunu biliriz. Her nasılsa milyon sayıda insanın geldiğini bilir ama bir yandan da yaşamaya devam ettiğini de biliriz. Ölüdeniz, Belcekız ve Kumburnu sadece sırtımızı yasladığımız şezlonglar değildir bizim için. Hele ki güneş, kum ve modern yağlı güreş alanı hiç değildir. Oralar otuz yıl önceye kadar ulaşılması zor yerler olarak hafızalarımızda yer eden, el değmemiş güzellikler olarak kişisel kayıtlarımızda yerini alan sahillerdir. Tabi çok eskiden beri adı da Ölüdeniz’dir.

Fakat şimdi iki “ölü denizimiz” var. Biri milyonların bildiği, efsanelerle adının hakkını veren Ölüdeniz diğeri ise Fethiye Körfezi… Bir sürü yanlış uygulama ile öldürdüğümüz denizimiz. Ölmek döşeğindeyken marina yapmak için kurvaziyer limanı dahil beton sıvamak için sıraya girdikleri körfezden bildiriyorum. Buyurun efendiler, elinizde ne kadar çimento varsa dökün, buyurun kalantorlar teknelerinizi bağlamak için iskele yapın. Işığı söndüremeyeceksiniz. Doğa mutlaka geri alacak.

Başka türlüsü anlamlı olmaz. Ben bir tane Ölüdeniz istiyorum. Çocukluğumdaki gibi ulaşılmaz olan. İki ölü deniz ise Likya’nın ışığını söndürür. Işığı sönen denizi hiçbiriniz istemezsiniz emin olun.

“Neden her şeye karşı çıkmak gerekli” başlığı ise yine hayatın başlangıcı olan kıyılardaki dalgaların istikrarında gizli, her şeyi geri alacaklarmış gibi kıyıya vurmuyorlar mı?

Yorum, görüş ve önerileriniz