Macri - Glaucus Sinus haritası

Çeviren ve yayına hazırlayan: TUNÇ TOKAY

Sotiria Aliberti ( 1847-1929), Yunan feminist, aktivist ve eğitimci. Konstantinopolis’teki Zappeion Kız Okulu’nda öğretmenlik ve müdür yardımcılığı yaptı. 1882’de kitapçı Ioannis Alibertis ile tanıştı ve evlendi, iki oğlu oldu.

Aliberti, Romanya’da kızlar için bir okul kurdu . Atina Kadın Gazeteleri ile çalıştı. 1893’te Atina’ya döndü.  Callirroi Parren‘in Yunan Kadınlar Birliği’nin başkanı olduğu dönemde Yunanistan’da benzer faaliyetler geliştirdi . Kadın Derneği, Ergani Athena‘yı kurdu, yayın organı Pleiades Edebiyat Dergisi’nin editörü oldu. 1897 yılında Makri ve Livisi‘yi ziyaret etti ve anılarını “Seyahat İzlenimleri” başlığı altında yayınladı. Likya Tarih Araştırmaları Derneği tarafından yakın zamanda yayınlanan “Basında Likya’nın Hikayesi, 1821-1922” isimli kitapta Sotiria Alberti’nin Makri ve Livisi Seyahati İzlenimleri de yer alıyor.

Sotiria Aliberti’nin,  bibliyografik kaynaklar ve yazışmalardan oluşan araştırmalar, uzun vadeli ve dikkatli çalışmaların ardından yazdığı bir dizi tarihi kitabı da bulunuyor…

BÖLÜM: 1

Gemide ve yolculukta siren sesleri yayıldı, rüzgâr karanlık nefesiyle sardı, sakinledi ve çevredeki kayalara vuran dalga sesleri yankılandı. Makri, denizcileri çağırıyordu, nihayet çapa atıldı. Sisam’dan Makri’ye doğru seyir boyunca Likya Denizi kıyılarını göreceğinizi, Torosların yüksek zirvelerini selamlayacağınızı ve Glaucus’un berrak sularının vapuru saracağını, tarihi ve müreffeh bir şehre geleceğinizi ve antik Helenizm ülkesine kavuşacağınızı hayal edin! Tüm bunlar, zihinsel olarak en güzel rüyalarla, hayal gücünün en canlı renkleriyle süslenmişken, aniden bir kasabanın karşınıza çıkmasıyla sıradan gerçekliğe dönüşüyor.

Levissi Kayaköy Fethiye

Sadece deniz kıyısındaki birkaç küçük evin dışında evler, hava almaz şekilde sıkışmış. Kahvelerde nargile veya kahve içenler hayatın tek hareketli görüntüsünü veriyor. Olağanüstü bir gürültü veya canlılık hâkim değil. O zaman ışıltılı hayal gücünüz, baharın kanatlarından, yaya gerçekliğine düşer. Ve bunların karşısında, tüm doğal güçleri ve fenomenleri hissederek, duyarlılaştırıcı, canlandırıcı, onlara boyut kazandıran, şiir ya da sanat yoluyla tasvir eden atalarımızın, en büyük kurgucular, romancılar, ideologlar, doğa bilimciler, natüralistler olduğunu söylemeye cüret edersiniz.

Glaucus ve Simi, Lovatos ve Bellerefontis, Himimara ve Pegasus, Lykos, tüm bu yarı-tanrılara mevcut insan ya da hayvan suretleri verdiler, ölümsüzlerin ve kahramanların mitini yarattılar. Küçük Asya’nın bu güney şeridinde, Kragos ve Antikragos’un yamaçlarında, en parlak ve en sıcak yurtlarını kurdular ve buna Likya adını verdiler.

Antik çağda ihtişamla bu kadar çevrelenmiş olan mitolojik Apollon’un oğlu Telmisios’un şehri, bugün aynı iklim koşullarında, aynı atmosferik etkiler altında bulunuyor ve Kragosların iki kolunun arasında, Glaucus’un sakin sularına sahip. Sadece mimarisi, sokak planı, tapınakları, sakinlerinin kıyafetleri yeni bir görünüm sergiliyor. Ama neden mitolojik adını, bir antik tanrı, bir yarı tanrı, bir kahramana ait görünmeyen Makri olarak değiştirdi? Bu değişikliği, şehrin başlangıcını, arazinin ve körfezin kalitesini ve aynı zamanda büyüklüğünü kapsayan bu ilk adın yerine, sakinlerin yeni adı neden kabul ettiğini sorguluyorsunuz?

Gemiden indim. Karşılaştığım ilk kişi iyi Attidos, sevgili arkadaşım Sophia ve kocası Vlasios Vassiliadis’ti. Onun iyiliği, karşılamasındaki sıcaklık, gelişim nedeniyle gösterdiği sevinç beni duygulandırdı ve bana sunduğu misafirperverliği memnuniyetle kabul ettim. Pasaportum incelendikten ve bagajım büyük bir titizlikle arandıktan sonra, dinlenmek ve yemek yemek için yakın bir akraba evine götürüldüm, ancak geceyi orada geçirmedim. Bu dört ya da beş saat boyunca dinlenirken, bana Makri’yi rahatsız eden bataklık ateşinden kesinlikle etkilenmeyeceğim bir yere gitmek üzere yolculuğa çıkacağım söylendi.

Evlerin sezonluk olarak neden kapatıldığına dikkatim çekildi. Zengin ve fakir tüm aileler, sıcaklar ilk başladığında şehri terk ediyor ve Ekim ayının sonuna kadar geri dönmüyorlar. Hastalıklara, Glaucus Denizi ve Telmissios Körfezi neden olmamaktadır. Bu zoo-sidal oluşum bataklıklardan yayılır. Yerel halk teraslık1 (güvenli alanlara) yöneldiler ve yolun sonunda, kendilerini pis havadan korumak için onları barındıran bir araziye sığındılar. Şimdi ancak ticari işlerle uğraşan birkaç kişi, tüm önlemler alındıktan sonra bir ya da iki günlüğüne Makri’ye iniyor ve birkaç gün sonra kırsala geri dönüyorlar.

Oradan at sırtında Livisi Kasabasına gitmek üzere yola çıktım. Ben iyi binici değilim ve yürümeyi tercih ettim. Birçok kişinin bu iki ya da üç saatlik yürüyüşe alışık olduğunu duydum. Açık havada yaşamaları, bedenlerine güç ve dayanıklılık kazandırmış olmalı. Biz, kız okullarımızda jimnastik bile yapmıyoruz, sadece merhum Enig’in sıçrama egzersizleriyle sınırlıyız. Tatillerde ve pazar günleri asla uzun yürüyüşlere çıkmıyoruz. O zaman bu tür dağ gezileri alışkanlığı yok muydu? Dayanıklılık çalışması yapılmıyor muydu? Sonuçta, seyahat etme şeklim zordu, yokuş yukarı2, taşlı ve engebeli yoldan tırmanmak, yürüyemediğim yerlerde binmek için böyle bir atı nasıl kontrol edeceğini bilen bir adamla yola çıkmak iyi fikirdi.

Piyade ve süvari olarak yola çıkışımız saat 16.00 sıralarında başladı. 22 Temmuz günü ısıyı hissedebiliyordunuz, sıcaklık zirvedeydi, yaprak kıpırdamıyordu. Ne Zephyrus (Yunan mitolojisinde batı rüzgârı tanrısıdır. Astraios ile şafak tanrıçası Eos’un oğludur), ne de dağların ve ormanların aurası nefes alıyordu. Ara sokakları geçerek, şehrin çıkışına doğru yaklaşık yarım saat yürüdük. Güneşin ateşli ışınları başıma vuruyordu. Terden sırılsıklam oldum. Alnımdan damlalar düşüyor, nabzım şiddetle atıyor, nefes alamıyordum. Sonra ilk kez, devam etmeli miyim, yoksa dönmeli miyim, diye düşündüm, çünkü henüz yolculuğun başındaydık ve eğer böyle bir özveride bulunursam, sonunda ahlaki bir ödül olup, olmayacağını merak ettim.

Likya Kaya Mezarları

Düz bir yere ulaştık. Dinlenmek için biraz durduk. Etrafı kolaçan ettik. Şehir kayalardan kopup durgun körfeze doğru uzanıyor gibiydi. Dağların iki koluyla çevrelenmiş yemyeşil durgun sular… Şehrin üzerine harap olmuş kaleden ince bir sis döküldü. Dağların kayalık eteklerinde, eski büyüklüğün bir kanıtı olan kayalara oyulmuş mezarlar var. Önümüzdeki tek yol, kayalık yamaçlar arasında, doğanın içlerine kazılmış bir gül gibi… Ata binmek zorunda kaldım ve kendimi, rehberin değil zeki hayvanın rehberliğine bıraktım. Kıvrımlı ve yukarı doğru daralan bir yoldan tırmanıyorduk ve vahşi doğanın tüm ihtişamı, bir dizi korkunç görüntüyle önümüzde uzanıyordu.

Kayalık uçurumlar, dağ geçitleri ve vadiler dev ağaçlar tarafından gölgeleniyor, birbirini kucaklıyor ve hava, yükseklerdeki yaprakların arasında fısıltıyla dolaşıyordu. Taşların üzerinde atların dörtnala tekrar eden nal sesleri yankılanıyordu. Görüntü ürkütücüydü ve beni sarstı. Uçurumun kenarına geldiğimde korkmuştum. Yamaçlar, basamaklı bir yol gibi sessizce yükseliyor ve atımın ayakları altından sağ sola taşlar yuvarlanıyordu. Rehberime kızdım, o bavulumu taşıyan diğer hayvanla daha çok ilgileniyor gibiydi. Bu, benimle ilgili olanlara gülmek için fırsat verdi. Özellikle rehber, bu bana methiye değilse, babamıza yaklaştığımız şu anda , en azından, memnuniyetle ovaya varabileyim diye şarkılar söyledi! Ormanın gölgelerinde bir saat boyunca yavaşça yürüdük. Hava şimdi daha soğuktu, atmosfer daha berraktı ve fısıldayan esinti, dağların üzerinde hâkim olan vahşi doğayı terk etti.

Güneşin son ışınları zirveleri aydınlattı, yokuşun sonuna, sıradağların kollarının birleştiği yere geldiğimizde, yolu yarılamıştık. Şimdi derin vadiye, Kampos’a (Kaya ovası) doğru yokuş aşağı iniyoruz. Yorgunluğuma kulak asmadan kalktım ve şemsiyeme yaslanarak yürümeye başladım. Gök ışıklarının solgun ışığı altında adımlar attım, tökezledim, eğildim, durdum, dinlendim, sonunda, bir saatlik yürüyüşün ardından, uzaktan ovada hareket eden ışıkları görebildim, burası Kampos’tu. Denizi gören sayısız insandan sağ kurtulanlar mı, yoksa karayı gören Kolomb’un çevresindekiler mi daha büyük bir sevinç yaşadılar, bilemiyorum.

Makri’den saat 16.00’da ayrılmıştık, saat 20.30’da Kampos’a vardık, yolun çoğunda yürüdüm. Acı, yorgunluk, bitkinlik tarif edilemezdi. Arkadaşımın evine vardığımda kapıda beni bekliyordu, çünkü birileri geleceğimi haber vermişti. Merdiveni tırmanıp üzerine yığıldım. Biraz yiyecek verip ve günlerce yatacağıma inanarak, hemen istirahat etmem için çekildiler. Hadese girip çıktığımı düşünüyorlardı. Yalnız kaldığımda ruhum yas tutuyordu, onu rahatlamaya ve bir teselli bulmaya ihtiyacım vardı… Dudaklarımdan dua çıkmadı. Hareketsizdim, ellerim göğsümde çaprazlanmış, gözlerim nemlenmişti.

En Yüce’nin merhametini, yardımını ve kutsamalarını diledim…
Sotiria Aliberti

Yorum, görüş ve önerileriniz