LİKYA’YI ANLAMAK – GÖKHAN KORKMAZGİL

Fotoğraflar: Gökhan Korkmazgil

Likya topraklarında yol alırken yönünüzü nereye çevirseniz başka bir antik kentle karşılaşırsınız. Tepeliklerde, kıyılarda Likya kalıntılarına rastlamak değil, rastlamamak şaşırtır sizi. Yanına varırsanız, kalıntılara değgin bir bilgi bile yoktur, tamamıyla sahipsiz, öylece kendi hallerine bırakılmışladır. Mavi göğün altında, çamların arasında, toprağın koynunda sere serpe uzanırlar.

Arykanda

Artık yerinde olmayan, (ç)alınıp götürülmüş yazıtların, levhaların izlerini gördüğümde, üzeri boş heykel altlıklarına baktığımda bir kayıp düşüncesi, haksızlığa uğramışlık duygusu sarıyor beni.

Likya hakkında bildiklerimiz neden yeterince berrak değil? Neden öğrenmeye çalıştıkça daha çok karmaşanın içine gömülüyoruz?

Her şeyden önce Eski Çağ tarihi zaten yeterince berrak değil. Bilinemeyen zamanlardan başlayıp yazının bulunuşuna kadar geçen süreye Eski Çağ diyoruz. Yazının bulunmuş olması da yeterli olmaz; anlayabilmek için önce yazıyı çözmek gerek. Eski zamanlardaki yazıların çoğu tam olarak çözülebilmiş değil. Tarih, kazananların yazdığı uzun bir hikâyedir. Tarihi okumayı da mümkün kılan, kalıntılar, buluntular ve yazılı kayıtlardır. Dünyanın hiçbir yerinde eski kalıntılar, zamanın, doğanın ve insanın tahribatına dayanabilmiş değildir. İnkaların, Azteklerin, Eski Mısırlıların tarihine bakın, Mezopotamya’ya bakın. Bu insanların yaşayışları, kültürleri, akıbetleri hep belli ölçülerde sislerin arasında kalmıştır.

Kibyra

Likya özelinde buna bir de bu toprakların neredeyse kesintisiz biçimde yerleşim görmüş olmasını ekleyin. Sürekli, eskinin üzerine yenisi yapılagelmiştir. Tıpkı, John Freely’nin dediği gibi, defalarca silinip üzerine yeniden resim yapılan bir tuval gibi. Nesnellikten uzak, yanlı bir tarih anlatımını da gözden kaçırmayın. Batılı bakış açısı tarihi kendi istediği gibi biçimlendirmiştir. Likya dünyası için en önemli kaynaklardan biri sayılan Herodot Tarihi’ne bakın. Prof. Fahri Işık Herodot’un Likya’yı “Atina’da oturup kendisine anlatıldığı gibi yazdığını” söyler.

Likya, Anadolu’da en çok araştırma yapılan ve hakkında en fazla bilgiye ulaşılan bölgelerin başında gelir. Bir yerde çok söz varsa çelişki de hemen oradadır. Birçok araştırmacı Likya’yı yazmıştır. Böylece, ne kadar çok okursam o kadar kafam karışır. Ne zaman Fahri Işık’ın yazdıklarını okursam o zaman her şey yerli yerine oturur. Havva İşkan’ı, Recai Tekoğlu’nu, Sema Atik-Korkmaz’ı, Nevzat Çevik’i okursam her şey daha bir berraklaşır. Elbet, tarihsel süreçte karanlık yıllar, hatta yüzyıllar vardır. Fahri Işık bu sözde “karanlığın” kazı biliminin kendisinde aranması gerektiğini söyler.

Araxa

Likya uygarlığının gün yüzüne çıkışı, 250 yıl kadar önce Fransız gezgin – araştırmacı Choiseul – Gouffier’in Makri’ye, bugünkü Fethiye’ye gelmesiyle başlar. O zamandan itibaren birçok Batılı araştırmacı Likya topraklarında dolaşmış, deyim yerindeyse Likya kentlerini “didiklemiş”lerdir. Charles Fellows 1838’den itibaren dört kez Likya’ya gelir. Bu ilgi, taşınabilir olan her şeyin İngiltere’ye götürülmesi ile sonuçlanır. Bu yağma taşınabilir olanlarla sınırlı kalmaz. Ksanthos’taki koskoca Nereidler Anıtı ait olduğu yerden (ç)alınıp British Museum’a götürülür. Yani bu topraklar İlkçağ’da başlayan yalanlar tarihinin yanı sıra 19. yüzyılda bir de talanlar tarihini yaşamıştır.

Daedala

Nereidler Anıtı British Museum’da yalnız değildir. Aslanlı Mezar, Harpiler Dikme Anıtı, Merehi ve Payava lahitlerinin kabartmaları ve heykeller de İngiliz donanma gemisinin ambarlarında sandıklar içinde aynı yolculuğu tamamlamıştır.

Böylelikle, pastanın kreması sıyrılmış, üzerindeki çilekler (ç)alınmış, geriye şimdi gördüğümüz tozlu topraklar gibi, pastanın hamuru kalakalmıştır.

Cadianda

Likya’yı anlamak için özgün, yansız, burada yaşadığımıza göre sahiplenici bir bakış açısı gerekir. Yalan yanlış, ama yerleşik bir dogma haline gelmiş Batılı önermelerin –en azından tümüyle- doğru olmayabileceğini akıldan uzak tutmamak gerekir. Anlatılan hikâyenin başlangıcı şöyledir: Dört bin yıldan daha eski tarihlerde, ilk Yunan göçmenler küçük gemileriyle batıdan Anadolu’nun Ege sahillerine gelip bu kıyılarda tutunmaya başlarlar. Gediz (Hermos), Büyük Menderes (Meandros) ve Kocaçay, Eşen (Ksanthos) nehirlerinin vadilerinden içerilere ilerlemeye devam ederler. Böylelikle Küçük Asya’ya nüfuz etmiş olurlar. Burada bir uygarlık kurarlar.

Hoyran

Bu, ancak bir “hikâye” olabilir. Masal da diyebiliriz. En başta, dört bin yıldan daha öncesinden bahsetmez. En önemlisi, bu ilk Yunan göçmenler geldiklerinde burada var olan halkların uygarlıklarını göz ardı etmiştir. Böylece bu hikâye, asıl büyük hikâyenin ancak bir parçası olabilir. Sadece, ‘göçmenlerin hikâyesi’ olabilir, Likya’nın asıl hikâyesi değildir. Asıl hikâye yeni buluntuların ve doğru düzgün bir bakış açısının ışığında daha yeni yazılmaya başlar.

Ve şimdilik, Likya’yı anlamak adına, tanım şöyle olabilir: Likya, Frig, Assur ve Hititlerden izler taşıyan, Luvilerle sıkıca bağı olan, Tunç Çağı’nda Lukkalılar olarak var olmuş, ayırt edici biçimde kendi öz niteliklerine sahip, en önemlisi de Helenler gelmeden çok önce bu topraklarda var olan bir Anadolu uygarlığıdır.

Yorum, görüş ve önerileriniz