Yazı ve Fotoğraflar: Gökhan Korkmazgil
Üzerinde yaşadığımız toprakların geçmişini biliyor muyuz? Bence cevap net: Hayır, bilmiyoruz. Peki, ne biliyoruz? Bakalım.
Likya’nın kalbine, Ksanthos Vadisi’ne bakalım. Vadi, Likya için çok özeldir. Temelde bugünkü Teke Yarımadası’nda kurulu Likya’nın en önemli kentleri olan Tlos, Pinara, Patara ve Ksanthos’u barındırır. O eski zamanlarda Batı Toroslar’ın, tepesi bulutlara değen, erişilmez yükseklikteki zirvelerinde, karlar erirken şıpırdayarak damlayan, baharda şırıldayarak akan sular, kayaların arasından kendisine yol bularak küçük derecikler oluştururdu. Derecikler daha aşağılara indikçe birleşe birleşe çağıldayan çaylar haline gelirdi. Çaylar, kaya oyuklarından gürüldeyerek çıkan kaynak sularını da alıp Vadi’ye indiklerinde sakinleşip, Ksanthos Nehri olarak akmaya devam ederdi. Bugün biz onu Eşen Çayı diye biliyoruz.
Eğer Ksanthos Vadisi’ni ilk kez görecekseniz, önce denizi değil ama, bir sera denizini görmeye hazırlıklı olun. Vadi, bir karış toprak boş kalmamacasına sera, tarım alanı ve zeytinliklerle kaplıdır. Bu, size bir fikir vermelidir: Vadi çok eski zamanlardan beri insan yaşamı için son derece elverişlidir.
Vadi’de Ksanthos kentine gidin. Gitmesi kolay, yol düzgün, girişteki bekçi kulübesine kadar arabanızla gidebiliyorsunuz. Kulübedeki görevli işine hâkim, bilgili, sorarsanız bir tur rehberi gibi anlatıyor. Bir yandan müze kartınızı bilgisayara okuturken bir yandan bilgi veriyor, kenti keşfetmeye nereden başlayacağınızı söylüyor. Fakat asıl hazine çocuklarda! Üçer beşerli gruplar halinde dolaşan, ilkokul çağında çocuklar beliriyor çevrenizde; hikâyeler anlatmaya hazırlar. Onları geri çevirmeyin. Gözlerini kocaman açarak, ezberden, bazen kendilerini kaptırıp “öğretmenim” diyerek sürdürdükleri en bilindik hikâye şöyle: MÖ 6. yüzyılda Persler her yeri yakıp yıkarak gelir, Vadi’ye girerler. Ksanthoslu savaşçılar kentlerini cesurca savunurlar. Persler çok kalabalıktır, güçlü bir ordu halinde gelmişlerdir. Savaşçılar eli silah tutmayan herkesi kaleye kapatırlar. Kaleyi ateşe verip kendileri de ölümü seçerek son bir saldırıyla düşmana koşarlar. Çocuklar kaledeki Ksanthosluların düşmana teslim olmaktansa kendilerini kale surlarından aşağıya atmalarını heyecanlı bir filmde görmüş gibi, elleri – kollarının abartılı hareketleriyle canlandırarak anlatırlar. Onlara harçlık vermeyi unutmayın.
Hikâyeyi burada, tam da Ksanthos’un surlarının dibinde dinleyip de etkilenmemek mümkün değil. Çocuklar surların tepesinden atlayan bedenlerin aşağıdaki kayalara nasıl çarptığını anlatırken bu onurlu toplu intihar hikâyesi zihninizde canlanıyor. Merakınız artıyor, eve dönüp internette konuyu araştırıyorsunuz. İnternet büyük bir bilgi kaynağı. Aslında büyük, kirli bir bilgi kaynağı. Birileri eğri, doğru fark etmez, bir şeyler yazıyor. Bunu beğenen başkaları alıp paylaşıyor. Bu ne olduğu belirsiz “bilgi” kopyalanıp çoğalıyor. Bir zaman sonra bir algı oluşuyor, doğruymuş gibi kabul görüyor. Bu nedenle kirli. Bilgiye ancak doğrulanmış, belirli kaynaklardan ulaşırsak anlamı var. Google’a “Persler tarafından kuşatılınca intihar eden kent” diye yazın, Ksanthos çıkıyor. Artık eminsiniz, internetten de baktınız, eşinize dostunuza siz de bu hikâyeyi anlatabilirsiniz. Hikâyenin gerçek olmayabileceği aklınıza bile gelmez. Ama hikâye gerçek değildir, böyle bir olay yaşanmamıştır!
Çocuklara inanmadık. İnternete de güvenmedik. Peki, kime inanalım? Bilime güvenelim, mesela Prof. Fahri Işık’a inanalım. Fahri Işık, “Uygarlık Anadolu’da Doğdu” diyen adamdır. Halikarnas Balıkçısı’nı dinleyelim. Cevat Şakir Kabaağaçlı, daha kimse kafa yormazken Anadolulu kimliği üzerine eğilmiştir. Mavi Anadoluculuk akımı ötekileştirmeye, bize ait olan bir kültürel mirasın Helenleştirilerek Yunanistan’a altın tepsi içerisinde hediye edilmesine bir başkaldırıdır. Azra Erhat, Vedat Günyol, Sabahattin Eyüboğlu’na bakalım. Ekrem Akurgal’a kulak verelim: Helenler’in, MÖ 8. Yüzyılda Mezopotamya’nın iki bin yıllık bilgi hazinesini Hititler sayesinde tanıdığını yazar.
Ksanthos’taki onurlu intihar hikâyesine dönersek, Fahri Işık neden böyle bir olayın yaşanmış olamayacağını gerekçeleriyle ortaya koyar: Ksanthos’taki Yazıtlı Dikme, Herodot kaynaklı bu tarihsel yanlışa karşı dikilmiş bir anıt gibidir! Ayrıca “toplu intihar” eylemi arkeolojik bulgularla da kanıtlanabilmiş değildir; çünkü MÖ 540 yılı dolaylarında insanıyla yerle bir kül olduğu söylenen kalede yıkım ve tahribat Herodot’un savladığı korkunçlukta değildir.
Konu elbet Ksanthos için anlatılan “yiğitçe intihar” hikâyesinden ibaret değil. Likya’nın, Atina Kralı Pandion’un oğlu Lykos tarafından kurulmuş olduğu da bir masaldır, yöreye adını vermiş olması tümüyle yakıştırmadır. Eğer Likya’nın “en başından beri Helen kökenli bir uygarlık olduğu” şeklinde hatalı bir peşin kabulle yola çıkarsanız bundan sonra söyleyeceğiniz her şey çarpık bir bakışın doğrultusunu taşıyacaktır.
Eğer günümüz tarihçilerinin “ne derse tam tersi yöne bakarız ve doğruyu orada buluruz” dedikleri Homeros’a bakarsak, sadece hikâyelerin peşinden gitmiş oluruz. Eğer “tarihin babası” denilen Herodot’u dinlersek, O’nun da başka bir lâkabı daha vardır: “Yalanların Babası!” Işık, Herodot için şöyle der: “Belli ki sorun özde, Likya – Pers ilişkisine Herodot’un bilinen Atina sevgisi ve Pers düşmanlığı yanlışıyla yaklaşmasından, tarihi Atina’da “duyduğuna göre” yazmasından kaynaklanır.” Herodot tarihi bu olayları gerçeğinden çarpıtarak aktarır. Işık devam eder: “Herodot Atina’da büyük itibar ve saygı görmüştür. Sonraki süreçte yaşananlarda da, Herodot’un yazdıklarının tersine, hep bir Pers – Ksanthos dostluğu vardır, düşmanlık Atinalılara karşıdır. Ksanthos ile sömürgeci ve baskıcı Atina arasındaki ilişkiler düşmanca seyreder.” Sonuçta Herodot Halikarnassos’ta bir Anadolu/İyon çocuğu olarak doğmuş olabilir ama Atina’da bir Hellen olarak yaşamış, İtalya’da bir Yunan kolonisinde ölmüştür. Bugün bütün dünyada “antik Yunan tarihçi ve yazar” olarak bilinir. Hiç kimse Bodrum’da doğmuştur, Anadoluludur demez.
İngiliz tarihçi Edward Hallett Carr “tarihi tanımadan tarihçiyi tanıyın” der. Gündüz Vassaf da okullarda ders kitabı olarak okutulması gerekli olan kitabı Tarihi Yargılıyorum’da böylelerine “terzi tarihçiler” diyor: “Terzi vardır, müşterisini memnun etmek için kumaşı öyle diker, biçer ki, duruma göre onu olduğundan zayıf da gösterebilir, zarif ve görkemli de. Geçmişi başka senaryolarla yazma siparişi verilen tarihçiler bu tür terzilerden farklı değildir.”
Arkeologların yazdıklarını okumak kolay değildir, tıpkı bir tıp dergisindeki makaleyi anlamaya çalışmak gibi. Çünkü arkeoloji yazılarının ayrı gündemi olur, arkeolojinin kendi dili vardır. Şimdi sözünü edeceğim kitap ise son derece doyurucu ve olabildiğince anlaşılır biçimdedir: Lukka’dan Likya’ya, Havva İşkan – Erkan Dündar, Yapı Kredi Yayınları. Bence kitabın tamamı altı çizilerek okunmalı, hele Fahri Işık’ın yazdığı bölüm ezberlenmeli!
Likya yazısı Helence değildir, Milet alfabesinden uyarlanmıştır. Anadolu – Ion kökenlidir. Likya’nın özerk kent devletlerinden, beyliklerden oluşan yönetim modeli de, Yeni Hititlerden alınmıştır. Bugün için çevremize baktığımızda gördüğümüz, Likya’nın sembolü haline gelmiş mezar yapıları Helen dünyasından tümüyle farklı ve buraya özeldir. Fahri Işık Likya’daki Bey mezarlarını Kızılbel duvar resimleri ile, Avşartepe ile, Hitit Yazılıkayası ile, Göbeklitepe ile, Beycesultan ile ilişkilendirmiş, böylelikle Assur, Frig ve Yeni Hitit etkilerini ortaya koymuştur. Fahri Işık, ayrıca, klasik heykel biçeminin Helen – Dor değil, Anadolu – Ion tarzında olduğunu da ortaya koyar.
Kentin ismine bakıp basitçe, “-sos, -sus ile bitiyor, demek ki burası Yunan kentiymiş” demek ne kolay! İyi de, Likyalılar kendi dillerinde ülkelerine “Likya” dememişler ki! ‘Trmmli’ demişler. Kentlerine ‘Ksanthos’ dememişler. ‘Arñna’ demişler! ‘Tlos’ dememişler, ‘Tlava’ demişler! Açıkça belli ki Yunan’dan başka bir uygarlık bu! Anadolu’nun yerli uygarlığı!
Antalya Kemer’in güneybatısında, Batı Toroslar’da Beydağları grubunun içinde Tahtalı Dağı vardır. Zirvesi 2400 metreye yakındır. Eski zamanlardaki ismi Olympos Dağı’dır. Daha iyi bir ifadeyle, Likya’nın Olympos Dağı’dır, çünkü Yunanların aynı ismi koyduğu yirmi kadar dağdan biridir. Asıl Olympos, ‘Tanrıların Evi’ olan Yunanistan, Teselya’dakidir. Buradan çıkan anlam şudur: Yunanlar gittikleri yere, eski memleketlerindeki isimleri vermişlerdir. Yeni yerleştikleri topraklara da eski söylencelerini taşımışlardır. İngiltere’deki ‘York’un Amerika’da ‘New York’a (Yeni York) dönüşmesi gibi. Zorunlu göç ile Fethiye’den ayrılan Rumların Yunanistan’da Nea Makri’yi kurmaları gibi. Makri, Fethiye’nin eski Rumca adıdır, Nea Makri de ‘Yeni Makri’ anlamına gelir. Yani biz şimdi üzerinde yaşadığımız topraklarda eski Yunanca bir yer ismi gördüğümüzde buranın eskiden Yunanlara ait olduğunu düşünürsek en hafifinden, Batılı bakış açısının etkisinde kalmışız demektir. Doğrusu, burada eskiden, Yunanlarla birlikte, yerel kadim halkların bir arada yaşıyor olduklarıdır. Tıpkı dünyanın geri kalanında olduğu gibi. Üzerinde yaşadığımız topraklarda eskiden var olmuş uygarlıklardan kalan birçok eserle karşılaşırız. Hayranlıkla bakar, en iyi olasılıkla “insanlığın ortak mirasına dâhil bir takım kalıntılar” olarak algılarız.