Alacalı
O kedi yine geldi.
Bahçede oturmuş yazıyorum. Sandalyeyi masaya yanaştırmışım, kalemi kâğıda çatmışım, kahveyi fincana koymuşum, sözcükler evreninde ava çıkmışım. Mükemmel bir gün; açık, berrak, bulutsuz. Yazdan kalmış desem, yaz geçeli çok oldu, belki de önümüzdeki bahardan ödünç alınmıştır, bilinmez. Kısa kesilmiş çimler ıslak, hatta sırılsıklam, sabah çiyi güneşte parlıyor.
Birden bahçeyi kuş sesleri dolduruyor. Civ, cik, ciyu, cibiyuyu… Bir grup serçe telaşla uçup jakarandanın dallarına ağmış mor salkımın arasına dalıyor. Harala gürele, alt alta üst üste, daldan dala birbirlerini kovalıyor, kuşların neşesi bahçeyi dolduruyor. Konup kalkıp iri üzüm taneleri gibi sarkan mor salkımları silkeliyorlar. Mor salkımların leylak rengi narin çiçekleri yağmur gibi dökülüyor, jakarandanın altına hali gibi seriliyor.
Alacalı. Ona bu ismi ben verdim, kimsenin kedisi değil. Kendi ismi varsa kusura bakmasın, çünkü ben duymadım, bilmiyorum. Benim oturduğum evle birlikte beş – altı evin bahçesinde dolanıyor, kim ne verirse onunla karnını doyuruyor. Keşfetmiş değilim, kim bilir nerede uyuyor. Ara sıra görünüyor, birkaç gün ortadan yok oluyor. Kimseyle yakınlık kurmuyor, kendi halinde yaşayıp gidiyor.
Üç günden sonra bugün ortaya çıkıyor. Önce evin köşesinden başını uzatıyor, onbeş – yirmi saniye kımıldamadan gözlerini dikip öylece duruyor. Haftada iki – üç kez bunu yapıyor, köşede belirip bana bakıyor. Doğada her canlının bir rutini var, biz fark etmesek de.
Sesimi iyice uysallaştırıp “gel” diyorum. İlgisini yitirmiş gibi gözlerini benden ayırıyor, yumuşak bir yürüyüşle çimleri geçip jakaranda ağacının altına varıyor. Bir patisini titretip sallıyor, kedi çimlerdeki sudan hoşlanmıyor. Bu senenin kedisi, daha bir yaşında var yok, tüyleri siyah. Karnının altı beyaz, yeni boyanmış bir yere yatmış da sonra kalkıp yürümüş gibi. Asıl, kuyruğunun ucu beyaz! Sanki, süt kovasına kuyruğunu salmış, bu beyazlık ondan kalmış! Havada salladığı patisi beyaz, sol gözünün çevresi beyaz, sağ kulağı beyaz. Şaşkın bir korsan gibi, kediye gülmeden bakmak imkânsız!
Ağacın altında gövdesini yere yapıştırıp sinmiş, gözlerini dallara dikmiş, poposunu sağa sola oynatıyor. Sonra birden, ok gibi fırlayıp, üç hamlede ağacın yarı beline dek çıkıyor, tırnaklarını gövdeye geçirmeye başlıyor. Arada bir duraksıyor, bana bakıyor, belki de “kovalasa da kaçsam” diyor, kulaklarını oynatıp çevreyi dinliyor, sonra yeniden, tırnaklamaya devam, sanki ağacın kabuğunu yoğuruyor. Birden, yana uzanan dalın ucunda, yaprakların arasında serçeyi görüyor, bir heykel gibi, tümüyle hareketsiz oluyor. Dalın üstünde, dalla bir olur gibi eğilerek, milim milim serçeye doğru ilerliyor. Artık oyun bitiyor, bu bir av sahnesi. Sanırsın Afrika savanlarında, leopar antilop peşinde. Serçeye biraz yaklaşınca, belli ki heyecan dorukta, kedi bıyıklarını titretiyor, boğuk bir “mıgırrık” sesi çıkarıyor. Serçeye kuşça mı sesleniyor, ne diyor, kandırmaya mı çalışıyor, “gel seni bir güzel yiyeyim” mi diyor, bilinmez.
Jakarandanın minik yaprakları kediyi gizlemeye yetmiyor, serçe “pırr” edip uçup gidiyor, kedi gerisin geri ağaçtan iniyor. Son bir kez başını kaldırıp dallara bakıyor. Önce birini, sonra diğerini kaldırıp patilerini yalıyor, tüylerini düzeltiyor, sanki az önce hiçbir şey yaşanmamış gibi, sakince yürüyüp gidiyor.
Bir an önce oyunbaz bir kedicikken, serçeyi gördüğü anda acımasız bir avcıya dönüşen, avını elinden kaçırınca geri geri ağaçtan inip, sonunda hiç bozuntuya vermeden yeniden sakin bir kedi olan Alacalı’ya gülümsüyorum. Umurunda değilim, yalnızca yaşıyor, uzak, dingin, kendi halinde. Köşede kaybolmadan önce yüzünü bana çeviriyor, yanılmıyorsam o da gülümsüyor!