© Şükrü Mehmet Ömür Her kedi eşsiz, hiç biri diğerine benzemiyor!
© Şükrü Mehmet Ömür Her kedi eşsiz, hiç biri diğerine benzemiyor!

Büyük kızım Eylül Ankara’da çalışıyor, haliyle orada yaşıyor. Bahçelievler’de, bahçeli bir evin ikinci katında oturuyor, kendisi, ev arkadaşı, bir de ev arkadaşının kedisi. Daha doğrusu, bize öyle söylemişti, Ankara’ya gittiğimde görüyorum; meğer durum farklıymış, Eylül’le ev arkadaşı kedinin yanına sığınmış.

Ankara’ya varıyorum, işyerini buluyorum, Eylül bana sarılıyor, evin anahtarlarını veriyor, yerini tarif ediyor. “Evde kedi var, dikkat et kaçmasın” diyor. “Tamam,” diyorum, “akşama görüşürüz.” Evi buluyorum, kapının kilidine anahtarı sokuyorum, ne demişti Eylül, bir, kedi var, iki, kaçmasın. Tamam, kapıyı usulca açıyorum, aman Allah, bu ne! Kapının eşiğinde, Eylül’ün söyledikleriyle benim gördüklerimin arasındaki iki koca fark ortaya çıkıyor: Birincisi, bu kedi filan değil, bir kara panter! İkincisi, bunun bir yere kaçacağı yok, asıl, bunu gören kaçacak delik arar!

Dobi, © Eylül Korkmazgil
Dobi, © Eylül Korkmazgil

Kapkara bir şey, ayakkabılığın önünde yere oturmuş, başını kaldırmış, gözlerini dikmiş, bana bakıyor. Gözleriyle parolayı soruyor, kesin beni içeri almayacak, kımıldamadan duruyor. Görevimi aklımdan tekrarlıyorum; ben içeri gireceğim, bu dışarı kaçmayacak. Sırt çantamı önüme indirip bu kara şeyle arama alıyorum, ne olur ne olmaz, onu çantayla içeri itiyorum, pissst! Birden ”pat” diye patiyi yiyorum. Apansız, şimşek hızıyla, aradaki çantayı pas geçmiş, bacağıma bir tane patlatmış. Şaşkınlıkla pantere kedi diyorum: “Şişşt! Kedi, akıllı ol, misafire vurulmaz!” Onunla ilk temasımız böyle oluyor,  işin fenası, bu son da olmuyor. Doğrusu ben ona hiç dokunmuyorum, o, ne zaman uygun görürse, nereme denk getirirse bir tane patlatıyor.

Kedinin adı Dobi. Bak yine kedi dedim, pardon, panter olacaktı. Büyük, upuzun, siyah bir erkek. İnsan yaşıyla yirmilerinde olmalı, gücünün doruğunda, o da bunun fena halde farkında. Yürürken parlak siyah tüylerinin altında kasları oynuyor. Kedi, varlığıyla insana huzur verir derler ya, burada durum tersine işliyor, bu kara şey bana yokluğuyla huzur veriyor. Her sessiz adımında omuz başları belirginleşip bacak kasları gerginleşerek yürürken eğer benden uzaklaşıyorsa içime bir rahatlama yayılıyor. Yok, eğer bana doğru yürüyorsa ürpertiyle doluyorum, göz temasından kaçınıyorum, ne olur ne olmaz. Edgar Allan Poe’nun en karanlık öykülerinden biri olan Kara Kedi aklıma giriyor.

Gecenin üçünde uyanıyorum, su aramaya mutfağa gidiyorum. Mutfak halısının ortasına sessizce oturmuş, yine bana bakıyor. Zaten ne zaman görsem dosdoğru gözlerime bakıyor. Sokak lambasının pencereden giren ışığında kara bir siluet, iki kulak ve yanlardan taşan bıyıklardan ibaret. Gözleri karanlıkta bile seçiliyor, gözdağı mı veriyor, ateş mi saçıyor! Suyu filan boş veriyorum, gidip tekrar yatıyorum. Odanın kapısını da kapatıyorum, yine ne olur ne olmaz. Sabah gözlerimi açıyorum, biraz terlemiş, biraz da üşümüşüm, rüyamda Kara Kedi’yi görmüşüm. Eylül’le ev arkadaşı kalkıp işe gitmişler, beni evde uyur bırakmışlar. Yalnız olsam iyi, bu kara şeyle baş başa kalmışım. Dobi evin içinde sessizce dolanıyor, kara bir hayalet gibi. Sonra yok oluyor. Adını söylüyorum, sesleniyorum, evin her yerinde onu arıyorum, hiçbir yerde değil. Arada bir arkama bakıyorum, peşimden mi geliyor, üstüme mi atlayacak, bacağımı mı ısıracak, ne yapacak, nerede bu? Düşünüyorum, gizli – kuytu bir yerlere girmiş, orada çöreklenmiş, uyuyordur bu şimdi. Hayır, nerede olduğunu bilsem, hangi odadan uzak duracağımı da anlayacağım.

© Şükrü Mehmet Ömür
© Şükrü Mehmet Ömür

Ev kedilerinin çoğu çağırılınca gelmez, canı isteyince gelir, belki de hiç gelmez. Kediyi bulmak isterseniz daha garantili bir yol tutarsınız. Mama kabını şöyle bir sallar tıkırdatırsanız kayıtsız kalamaz, her neredeyse, oradan çıkar gelir. Dobi’nin kabına üç beş kuru mama atıyorum, tıkırtıyı duyup hemen koridorun ucunda beliriyor. Yarı yolda durup, koca bir esnemenin ardından bana bakıyor. Gözleriyle “ha, sen miydin, ne var, niye uyandırdın?” diyor. Ona yanıt vermiyorum, dünden biraz kırgınım çünkü. Başka bir şey demiyor, acelesiz adımlarla uykusuna geri dönüyor. Bu iyi oldu, sessiz azarı işittik ama odasını da öğrendik. Demek ki oraya girmeyeceğiz, evin en uzak köşelerinde zaman geçireceğiz.

Dobi istediğine dokunuyor, ona ise bir tek sahibi dokunabiliyor. Kucağına alıyor, mıncıklamadan, sıkıştırmadan birlikte oturuyorlar, hatta azıcık sevebiliyor. Evde her şey Dobi’ye göre ayarlı, ama Dobi’nin ayarı yok. Kedidir bu, öyle iple filan oynatırım diye aklınızdan bile geçirmeyin, ipe bir, size iki defa patlatıveriyor ağır abi. Allahtan pençe darbesinde tırnaklarını çıkarmıyor, anında parçalar vurduğu yeri. Gerçi darbesi de Osmanlı tokadı gibi.

Koridorun bitimindeki duvarda bir dart tablası asılı. Tablanın mantar yüzeyine üç tane dart oku saplanmış. Okların dibindeki kanatları sert plastikten yapılmış, parmakla yoklayınca “fırt fırt” diye ses ediyor. Ne mama tıkırtısı, ne adının seslenmesi, işte Dobi’yi yerinden uğratan ses bu fırt fırt sesi. Okları elinize alın, tabladan üç adım geri gidin, kanatlarıyla fırt fırt edin. Panter, sessizliği filan boş verip fırlıyor, koşarak, atlayarak geliyor, halının üzerinde fren yaptığında halı alt üst oluyor, Dobi dibinizde yerini alıyor. Hele okun birini tablaya atın bakalım, Dobi olduğu yerden bir buçuk metre havaya fırlayıp oka havada el koyuyor. Bir insanın durduğu yerden zıplayıp üç katlı bir evin damına kadar yukarı yükselmesi gibi bir şey! Demek ki evin dart müdürü Dobi. Yere düşen okun üzerine pençesini basıyor, kolaysa alın bakalım. Başka bir sürü şeye ilgisiz duran kara yaratığın dart okuna böylesi sahip çıkması anlaşılmaz bir şey! Her kedi eşsiz, hiç biri diğerine benzemiyor!

Ankara’da geçirdiğim üç gün sona eriyor, Fethiye’ye dönerken Eylül’den ayrıldığıma mı üzüleyim, Dobi’den kurtulduğuma mı sevineyim, bilemez haldeyim!

Yorum, görüş ve önerileriniz