Küçük kızım Elfe Ege Üniversite’nde okuyor, Buca’da bir apartmanın giriş katında ev arkadaşı Serpil ve onun kedisiyle yaşıyor. Bölümü Uluslararası İlişkiler, bu da çok uygun duruyor; çünkü Elfe bırakın ulusları, türler arası ilişkilerde uzman sayılıyor. Bebekliğinden beri hayvanlarla iyi anlaşır, daha kendisi konuşamazken her türden hayvan onunla konuşurdu, biz sadece bakardık. Hayvanlar hep ona bir şeyler anlattı, o bunlarla büyüdü, şimdi o hayvanlara bir şeyler anlatıyor. Zaten, bir tek insanlara laf anlatmak zor.
Kedinin adı Çakıl, siyah bir dişi. Altı yaşında, insan yaşına çevirirsek otuzlarında esmer, zarif bir hanımefendi olmalı. Burnunun üstünden başlayan bir beyazlık ağzının iki yanına doğru üçgen gibi açılıyor, çenesinden göğsüne dökülüyor, karnına yayılıyor. Bir de dört patisinin uçları beyaz, yere dökülmüş süte basmış da öylece kalmış gibi.
Kediler genelde sessizdir, ama ben bunun kadar sessiz olanını görmedim. Kendini sessizce ifade eden bir varlık bu. Elfe’nin dediğine göre mama kabının başına gidip dikilir, küçük bir “mik” sesi çıkarırmış. Bugüne dek başka ses çıkardığını duyan olmamış. Ben buraya geleli iki gün oldu, daha kedinin tamamını görmek mümkün olmadı. Çıt çıkarmadan koridoru adımlayıp geliyor, salon kapısının pervazında iki kulakla iki göz beliriyor, başını hafifçe yana yatırmış, burunla ağız ortada yok. Hiç ses de yok. Kıpırtısız, öylece, dakikalarca beni izliyor. Manzara gülünç aslında, iki kara kulak, iki yuvarlak sarı kehribar göz, hepsi bu. Tepeden tırnağa, kulaktan kuyruğa sabır mübarek, ara sıra gözleri kapanıyor. Acaba öylece uyudu mu diye düşünüyorum, yerimden doğruluyorum, aniden dikkat kesiliyor, gözleri irileşiyor. Kalktığım anda geldiği gibi sessizce yok oluyor. Yarım saat içinde aynı sahne dört beş kez tekrarlanıyor. Hızlıca kalkıp peşinden gidersem bu kez koridorun öbür ucundaki köşede kaybolan siyah bir kuyruk görüyorum, hepsi bu. Böylece, iki günde iki göz, iki kulak, bir kuyruktan başka bir şey görmüyorum. Üçüncü gün ortaya çıkıyor, salonun ortasına salınarak yürüyor, kaç gündür köşe bucak kaçan, gölgesiyle bile saklambaç oynayan o değilmiş gibi, sakince oturuyor.
Akşamüstü Elfe, eve Serpil’den önce geliyor, “Çakıl nerede?” diye soruyor. Gözlerimi devirip ellerimi iki yana açıyorum, zaten akşama dek ben de bu soruyu sormuşum, kedi ortada yok ki! Elfe “tamam, ben bulurum” diyor, “Çakııl” diye sesleniyor. Elbette, tenezzül edip bir yanıt veren yok. “Serpil’in odasındadır o” diyor Elfe, “yok” diyorum, “oraya baktım ben.” Serpil’in odasına giriyoruz, kimse yok gerçekten de, yalnız, yatağın orta yerinde, örtünün altında belli belirsiz bir tümsek var. Kaç kez odaya girdim çıktım, aradım, fark etmedim bile. Yatağın öbür ucundan, önce burnuyla dürterek, yorganın altından bir tünel açar gibi ilerlemiş, yatağın ortasına kıvrılmış uyuyor. Elfe yorganın beri ucundan tutup hafifçe kaldırıyor. Bir çadırın içindeymiş gibi, üstelik “ne var?” der gibi gözlerini dikmiş bakıyor. Yaklaşıp elimi uzatacak oluyorum, dişlerini gösterip “pıhhh” ediyor. Anladık, ilişmeyeceğiz, rahatsız etmeyeceğiz. Elfe “o burdan çıkmaz artık” diyor. Gerçekten de üç saat sonra Serpil gelene dek Çakıl çadırından çıkmıyor. Bu nasıl bir duygusal yakınlıktır, evde sürüyle minder, döşek varken, yumuşacık koltuk, kanepe dururken o gidip Serpil’in yatağına, yorganın içine, kokusunun en yoğun olduğu yere yatıyor!
Sadece kendisinin bildiği bir yerlerde kıvrılıp uyumadıysa, Çakıl’ın en sevdiği yer, pencerenin önündeki minder. Oturup camdan dışarı bakıyor, evin önünden gelip geçenleri sayıyor. Yanına varıyorum, “Çakıl” diyorum, yaklaşıp yavaşça elimi uzatıyorum. Elimi dikkatle izliyor, sonra gözlerini kaldırıp dosdoğru gözlerime bakıyor. Burnunu sivriltip elime birkaç milim yaklaştırıyor, elimdeki kokuyu alıyor. O, “buna güvenebilir miyim?” diye düşünüyor, ben , ”artık tanıştık, anlaştık mı?” diye merak ediyorum. Elimi bir santim daha yaklaştırıyorum, o hemen gövdesini bir santim geriye çekiyor. Bir popo iki ayak üzerinde otururken, sol patisini azıcık yerden kaldırıp hafifçe sağa eğiliyor. Geri çekilmenin tam zamanı; en ufak hareketimde esaslı bir tokat gelecek.
Serpil diyor ki bunlar iki kardeşmiş, anneleri onları doğururken ölmüş. İki minik yavru, daha gözleri açılmamış, birileri onları bulana dek iki gün ölü annelerini emmiş. Kardeşi de ölmüş, Çakıl dünyada bir başına kalmış. Diyor ki Serpil, Çakıl güvensiz, yalnız, ürkekliği de bu yüzdenmiş. Dünyadaki bütün hayvanlar iki türdenmiş. Birazı avcı, kalanı avmış. Avların gözleri kafalarının iki yanında olur, sürekli kendilerini kollar, avcıları gözlermiş. Tavşanlarla serçeler, koca koca öküzlerle camızlar hep avmış. Avcılarınsa gözleri önde olur, aynı yöne bakar, av arar, gördüğünde gözlerini ava dikermiş. Kaplanlarla kurtlar, baykuşlar, şahinler avcıymış. İnsanlar da avcıymış. Bütün kediler gibi, Çakıl da aslında avcıymış, ama insanı gördüğünde, kendini av sanırmış.
Kedi otu diye bir şey icat etmişler. Aslıda kedi otu diye bir şey zaten var, bilimsel adı valeriana, hekimlikte filan kullanılıyor. O yüzden buna icat demeyelim, uydurmuşlar diyelim, bu başka kedi otu. Kenarı on beş santim olan kare bir plastik kaba toprak doldurmuşlar. Yanına bir poşet koymuşlar, üzerinde ilaçsız köylü tohumu yazıyor. İçinde tam kırk gram karışık arpa, buğday, yulaf tanesi var. Kapla poşeti paketlemişler, on ekmek fiyatına satıyorlar. Siz sadece poşetteki taneleri kaptaki toprağa gömüyor, her gün suluyorsunuz, beş günde çimleniyor. İşin tuhafı, kedi bunu yiyor!
Kediler içgüdüsel olarak zaten ot yermiş. Folik asidiydi, o vitaminiydi, bu mineraliydi, mamasındaki eksik besinleri böyle tamamlarmış. Ayrıca gün boyu yalanıyor, diliyle tüylerini düzeltiyor, o tüyleri yutuyor, midesinde barsaklarında tüy yumakları toplanıyor. Bunlardan kurtulmak için sindiremeyeceği halde ot yer, posasından faydalanırmış.
Paketin üzerine yazmışlar, kedinize her mevsim değişiminde Neşeli Bahçe Kedi Otu vermeniz tavsiye olunur demişler. Akıllı adamlar, her kediye yılda dört paket kedi otu satmayı garanti etmişler. Ben arpaya buğdaya takıldım, dışarı çıkıp bahçeden bir tutam yeşil çim kopardım, eve getirdim, salonda halının üzerine koydum. Çakıl’ın kedi otunun çimlendiği balkon kapısını açıp kapadım. Çünkü her nerede pinekliyorsa, bu kapının açılma sesiyle fırlayıp geliyor, ot yiyeceğini biliyor. Aynı öyle oldu, fırlayıp geldi, kapıya baktı, yerdeki otlara baktı, sonra uzun uzun bana baktı. Otlara yanaştı, kokladı da kokladı; her zamankinden farklı bir durum var, o kadarını anladı. Otlar çimlenip durduğu saksıdan yere inmiş, üstelik bahçede dolanan başka kedilerin kokusu sinmiş. Bir zaman sonra ikna oldu, diliyle bir ot aldı, kafasını sarsarak üç – dört hamlede yuttu. Demek ki neymiş, kediler arpa – yulaf seçmezmiş, yeşil olsun yetermiş, onu özgür bırakırsan doğadaki otu yermiş!