Kedi Milleti – Biso – Gökhan Korkmazgil
Bisikletle geçerken, sokağın köşesinde, direğin dibinde dört beş kedi görüyorum. Devam edip gidecekken duruyorum, bisikletten iniyorum, ne toplantısı ki bu? Kediler genelde hep beraber dolaşmaz, her biri kendi hayatını yaşar gider, n’oluyo burada? Usulca yanlarına yaklaşıyorum, o-hoo, geride daha var, en az on kişi bunlar. İyi kötü bir halka oluşturmuşlar, ortadaki birine bakıyorlar. Ortadaki, gösterinin yıldızı, hırpani görünümlü bir tekir. Ötekiler her renkte, her kürkte, çepeçevre dizilmiş, gözlerini dikmiş onu izliyor. Tekirin ağzında kurşun kalem inceliğinde, bir karış uzunlukta bir yavru yılan var. Yılanı başının bittiği yerden ısırıp öldürmüş. Gerçi yılanın başı bitmez, boynu neresidir bilinmez, ama kedi bilmiş, ensesi olması gereken yerden ısırmış. Yememiş, alıp buraya getirmiş. Onu ağzından yere bırakıyor, patisiyle bir – iki dürteliyor, ölü yılanın hareket ettiğini gören üç – dört seyirci birkaç adım yaklaşıyor, çember daralıyor. Avcı, bir patisini yılanın üzerine bastırıp sırtını kamburlaştırıyor, çevresine “pıhhh” ediyor, yanaşanlar geri çekiliyor, çember yeniden genişliyor. Bizimki yerdeki yılana tırnağını geçirip havaya atıyor, havadayken ön patileriyle tokatlayıp yakalıyor, yere yapıştırıp kontrolüne alıyor, böylece av sahnesini yeni baştan canlandırıyor, izleyicilerin gözleri iyice büyüyor. Kim bilir kaç bin yılın av ritüeli bu.
Onları kendi hallerine bırakıyorum, bisikletime atlayıp yoluma devam ediyorum. Kafamda hiç görmediğim, çok eski bir anı canlanıyor. Çünkü yine yılanlı kedili, ama başka birinin anısı bu, Karagözler’deki ev sahibimiz Suzan Abla anlatmıştı. Ovacık’ta yaşıyorlar, zeytinli, bademli, bostanlı bahçeli bir evleri var, şahane bir kedileri var. Ovacık’ta çok yılan olur, istemedikleri halde bir sürü de yılanları var. Kedinin, bu yılanların biriyle fena halde başı dertte, ya da yılanın başı dertte mi demeliyim, bilemiyorum. Kedi her seferinde yılanı arayıp buluyor, tozu toprağı kaldırarak ölümüne dövüşüyorlar. Kedi av peşinde, yılan can derdinde. Kedi yılanı kıstırıyor, üzerine atlayıp bir yerlerinden ısırıyor, arka ayaklarının tırnaklarıyla fırt fırt fırt onu yırtıp parçalamaya çalışıyor. Yılansa gövdesini kıvrım kıvrım kediye dolayıp onu sıkıyor, boğmaya çalışıyor, onun bildiği savunma da bu. Yılan zehirsiz olmalı, çünkü bu onu ısırıyor, o bunu dişliyor, ölen kalan olmuyor. Sonunda pes edip ayrılıyorlar, kedi topallayarak, yılan sürünerek uzaklaşıyorlar, bir dahaki karşılaşmaya dek, yaralarının iyileşmesi için bir yerlere saklanıyorlar. Ne biri diğerini alt edebiliyor ne öteki berikini yıldırabiliyor, ikisi de vazgeçmiyor.
Son kapışmadan önce, kedi acayip bir şey yapıyor. Bahçede, biberiyelerin yanında toprağı kazıyor, tüm bedeniyle içine girebileceği bir çukur açıyor. Sonra yılanı aramaya gidiyor. Buluyor, kafasına yakın bir yerden ısırıp ağzına alıyor, zıplayıp çukurun içine yatıyor, kendini sıkıca çukurun dibine bastırıyor. Bir metrelik karayılan gövdesini kayış gibi şaklatıp çevirse de, döndürüp uğraşsa da kediyi sarıp kavrayamıyor, dakikalar sonra hareketsiz kalıyor. Kedi yılanı o gün öldürüyor. Akıl almaz bir av sahnesi, kim bilir kaç bin yılın genetik hafızadaki av bilgisi. © Gökhan Korkmazgil
Biso heybetli bir kedi, büyük bir erkek, koca kafası, kalın bacakları, iri patileri var. Tüyleri beyaz, ama kar gibi beyaz değil, çok açık, az uçuk griye çalıyor. Karnında, sırtında, arka bacaklarında büyükçe benekleri var. Benekler siyah değil, kahverengi değil, alacalı bulacalı, sanki bir tekir kediden alıp yama yapmışlar. Kalın bir sesi var, hiç miyav demiyor, çok az konuşuyor, o zaman da “mouv” diyor. Mahallenin ağır abisi Biso, o izin verdiğinde başka kediler ortalıkta dolaşabiliyor. Gidip onu sevmeyi hiç düşünmeyin, zaten görünüşüyle uzak tutar sizi, bir tek Suzan Abla ona dokunabiliyor. Onu gördüğünde, iki patisini yan yana yere koyuyor, başını eğiyor, sırtını düzleştirip poposunu havaya kaldırıp upuzun oluyor, güzelce geriniyor. Sonra yanına gidiyor, çenesini kendi göğsüne yapıştırıp başının üstünü, kulaklarını, ensesini Suzan Ablanın bacaklarına sürtüyor, onu böyle seviyor. Bir yandan da yüksek bir horultu gibi, bir küçük motor gibi, turrr, murrr sesleri çıkarmayı ihmal etmiyor.
Bir gün Biso öleyazdı.
Karagözler’de iki katlı bir evde oturuyoruz, upuzun, geniş balkonumuzun şahane bir manzarası var, aşağıdaki koya bakıyor. Suzan Abla üstümüzde oturuyor, biz onun alt kattaki kiracısıyız. Bina erken baharda bahçesinde renk renk anemonlar, nergisler biten, 1957 yıkımından sonra yapılmış sıra sıra deprem evlerinden biri. Bitişiğimizdeki evi tadilata almışlar, tümüyle soymuşlar, bir tek kaba duvarları kalmış. Odanın birine sera naylonu yaymışlar, kireç doldurmuşlar, suyu basmışlar, kireç söndürüyorlar, sıva yapacaklar. Kireç fokurdamış, fosurdamış, yatışıp kaymak olmuş. Oda elli santim yüksekliğe kadar yoğurt kıvamında, yoğurt gibi beyaz kireçle dolu.
Biso’nun salak bir anına denk gelmiş, gitmiş kirecin içine düşmüş. Debelendikçe batmış, kirece bulanmış, dışarı çıkamıyor. Kart sesiyle acı acı bağırıyor, maaav, mouuv, movv ediyor, kedice bilmeye gerek yok, “kurtarın beni” diyor. Koşup gidiyorum, bakıyorum, olacak gibi değil. Ben kirece giremem, ne yapcaz bilemem. Hemen geri koşuyorum, mutfaktan iki Fetansaş poşeti alıp Biso’ya yetişiyorum. Koca poşetleri iki eldiven gibi ellerime geçiriyorum, pencereden sarkıp kireç havuzuna ellerimi daldırıyor, bağırıp duran Biso’yu karnının altından tutup kaldırıyor, dışarı çıkarıyorum. Başka zaman olsa en azından bir tokat bir cırmık yiyeceğim Biso sesini kesiyor, bana ellemiyor. Suya düşüp de iyice ıslanmış çocuk bornozuna dönmüş kediyi balkonun taşına yatırıyorum. Bornoz olsa asıp kurutursun, bu Biso’yu ne yapacağız, hemen gidip sahibine haber edeceğiz. Suzan Abla da koşup geliyor, kediyi bahçe hortumuyla bir güzel yıkıyor. Başka zaman olsa suyu gördü müydü iki mahalle öte kaçan kedi uslu uslu yatıyor, ıslanıyor, bir yandan söyleniyor, ağzına geleni mau mou ediyor. Biso önceden kirli beyazdı, kireçle sıvanınca bembeyaz oluyor. Hem söyleniyor, hem titriyor, kuyruğu ip gibi olmuş, silkeleniyor. Islak kedi kadar gülünç bir şey zor bulunur, belki o acı çekiyor, Suzan Abla’yla ben bu haline gülüyoruz, ne de olsa Biso ölümden dönüyor. Suzan Abla onu alıp götürüyor, bir daha yıkıyor, kendi evinde yere bir yatak yapıyor, merhemler sürüyor. Biso’nun gözleriyle ağzının kenarları yara oluyor, uzun zaman bir şey yiyemiyor, © Şükrü Mehmet Ömür iyileşmesi iki hafta alıyor.
O günden sonra zaten kalın olan sesi iyice kart kaldı. Biso o gün dokuz canından birini verdi.
Bu arada, Fetansaş poşeti ne diyeceksiniz, onu da şimdi anlatayım. Yirmi beş yıl kadar önce belediyenin alt katı bir süpermarketti, işte Fetansaş onun adı. “Fethiye Tanzim Satış” gibi bir şeylerin kısaltılıp ulanmışı olmalı. Karımın adı da Sevda, o yalnızca adıyla değil, her şeyiyle sevdadır. Bir gün Sevda’yla bu Fetansaş’a girmişiz, haftalık ev alışverişini yapmışız. En son yüz gram da pastırma kestirmişiz, hepsini dört poşete doldurup eve getirmişiz. Kapının önünde Sevda poşetin birini alıyor, öbür eliyle kapıyı açıyor. Ben de iki poşeti yüklenip peşinden giriyorum, mutfağa götürüyorum, dönüp son poşeti de alıyorum, kapıyı kapatıyorum, hepsi on beş saniye. Mutfakta Sevda aldığımız öteberiyi © Şükrü Mehmet Ömür yerleştirirken sesleniyor: “Pastırmayı bulamıyorum, sen mi aldın?” “Yoo” diyorum, “düşürdük mü ki?” Sevda “tüh” diyor, “kasada bıraktık herhalde, dönüp soralım.” O anda, üst kattan, merdiven boşluğundan Biso’nun “moouu” ettiğini duyunca bizim pastırmanın nerede olduğunu anlıyorum. Fırlayıp üst kata çıkıyoruz, Suzan Ablanın kapısının önünde, paspasın üzerinde Biso yalanıyor, bıyıklarına çemen bulaşmış, pastırmayı mideye indirmiş, çemeninden hoşlanmamış. Patisini yalayıp yüzüne, bıyıklarına sürüyor, bıyıklarını titretip patisini silkeliyor. Sevda “hırsız!” diyor, “nasıl da suçlu suçlu bakıyor!” “Yok be Sevda” diyorum, “hırsız değil, suçlu muçlu da bakmıyor, yemek bulmuş almış, hepsi bu.”
Bir kediye yedirdiğimiz en pahalı mama buydu sanırım.
© Ayşegül Z. Uygun