Dan diye kurulan yeni bir tiyatromuz daha oldu. Zaten enine boyuna düşünülse, artısı eksisi tartılsa muhtemelen kurulmayacak. Tiyatroyu vazgeçilecekler listesinde her zaman başa yazanların ülkesindeyken, bir de üzerinden pandemi adında bir kamyon geçmişken hele! “Şimdi hayatta kalmaya bakalım, yaşamayı sonraya bırakarak” diye diye şimdinin oyununa replik verdiğimizi nerden bilecektik. Rüştü Onur Atilla, Doğan Akdoğan ve Fatih Aydın’ın birlikte kurduğu Tiyatro Dan birçok okuma yaptıktan sonra çağdaş Alman yazar Sebastian Siedel’in “Seçim Savaşı” oyununda karar kılmış ve adını “Seçim Dansı” olarak değiştirmiş. İlgili tiyatro izleyicileri, yazarı “Frankestein: 32 Kısım Tekmili Birden” ve üçlemenin ikinci ayağı olan “Size Özel Hamlet”in Baba Sahne’de devam eden ve adının “Bir Baba Hamlet” olarak değiştiği oyunlarından da bilir. Oyunu emanet etmek için Mert Öner’i seçen ekip için onun Bahçeşehir Üniversite’sindeki Kültür Politikası ve Sanat Yönetimi yüksek lisansı etkili olmuş mudur bilmiyorum ama zamanla Mert Öner rejisi diye bir dil oluştuğunu iyi biliyorum. İtiraf etmeliyim ben de Dilşah Demir gibi oyumu bu oyundan yana kullanmazdım. Ama işte demokrasi sadece seçimlerde bol keseden söylenen bir kavram olmaktan çıkıyor. Bazen de pratikte yerini buluyor ve oy çokluğu bir uzlaşı sağlıyor. Yücel Erten’in çevirdiği metin dramaturjik olarak yeniden düzenlenmiş. Sonu başa, başı sona alalım, onu ekleyelim, bunu çıkaralım derken daha dinamik bir izlek oluşturulmuş. Oyunun başlama anonsunu Mert Öner’in sesinden dinliyoruz. Onun “gelin telefonları bir kenara bırakalım” sözüne yürekten katılıyorum. Artık n’olur kendimizi oyuna verelim. Burada bizim için hazırlanan korunaklı bir dünya varken sanal dünyayı bir süreliğine dışarıda bırakalım. Çalan, öten, ışığı yanan telefonlarla ne oyunu ne de seyirciyi sabote etmeyelim. Seçim marşlarıyla bizi bir güzel ısıttıktan sonra sahneye oyuncular çıkıyor. Bize yöneltilen “hoş geldiniz” sözü onları miting konuşması yapan politikacılara, bizleri de dinleyici/seçmene dönüştürüyor. Dolayısıyla bize bir ödev veriliyor. Ve daha ilk cümleyle alkışı kapıyor, bizi can evimizden vuruyorlar. EYT’nin, emekli maaş artışlarının ve bayram ikramiyesinin gündemimizde olduğu şu günlerde “vatandaş maaşı” kulağa çok hoş geliyor. Çünkü artık seçimdi geçimdi birbirine karışıyor. Bırakın yaşamayı, hayatta kalmanın bile çok zor olduğu ülkemizde bu sözün karşılığı liyakatsizliğe çıkıyor. Peki ya tepeden tırnağa beyazlar içindeki bu karakterin doktor olmasına ne demeli! Tiyatro bunu yapıyor işte. Seyirciye kast etmediği anlamları da bulduruyor. “Giderlerse gitsinler” dedikleri doktorlara şimdi “yurda dön” çağrısı yapanlar, paylarına düşen selamı alıyor. Berkay Tulumbacı’yı genç, heyecanlı, doktorasını yapmış, yakışıklı ve politikacıların vitrinine koymak için yarışacağı, yanına almak için kapışacağı çiçeği burnunda politikacı rolünde izliyoruz. Henüz politikanın ben diyeyim dinamiklerine siz anlayın tezgâhlarına aşina değil; nahifliği de idealizmi gibi ağır basıyor. Genel başkanı canlandıran Rüştü Onur Atilla, partisinin renklerini üzerinden taşıyor, onunla bütünleşiyor. Siyah gömlek ve bordo takımıyla kimliğini partisi üzerinden oluşturuyor. O da tek adamlık geleneğini sürdürüyor ve nicedir oturduğu koltuğu bırakmak istemiyor. Kostümündeki kuyruğun ona verdiği rütbeyle de salım salım salınıyor. “El ele vatan için” derken ne kadar dışlak, ne kadar profesyonel. Derken mavi takımının içinde genel sekreter geliyor yanlarına. Doğan Akdoğan, rüzgâr nereden eserse oraya giden bir esneklikte. Aynı zamanda partinin mali işlerinden sorumlu kişisi olarak subaşını tutmuş. Seçim kampanyasını partinin kasasından yürütüyor. Buradaki “yürütüyor” sözcüğünü aklınıza gelen tüm anlamlarıyla yorumlayabilirsiniz. Ve elbette makam koltuğu onu da cezbediyor. E çocuk yapın demek de, yapılacak çocuk sayısını vermek de onların tasarrufunda. Politikanın janrına hakim, ağzı laf yapıyor. Kimileri için hitabetin gücü, içerik ve bilgiden etkili. Söylenenler de o demagojinin kakofonisinde güme gidiyor. Daha doğrusu söyleyecek sözü olmayan, sırtını retoriğe dayıyor. “Devletin birinci önceliği yurttaşlarına yük bindirmektir” sözündeki dil sürçmesi aklımıza bizimkileri getiriyor. “Evlatlarıma helal lokma yedirmedim” mi istersiniz. “Terör örgütlerine destek veren cumhur ittifakı” itirafı mı? Yoksa “önümüzdeki dönemi Türkiye açısından çok daha karanlık görmek istiyorum” diyeni mi? Tüm bu Freudyen Slip’ler bilinçaltında saklanan gerçekleri ağızdan çok fena kaçırtıyor değil mi? Bunlar ülkemizdeki örnekler olsa da izlediklerimizi al, götür, istediğin ülkeye, istediğin partiye monte et. Öyle bizden, öyle onlardan… Partizanlık ne tuhaf değil mi? Önkabul ile seçmeni olduğumuz bir partinin söylemini alkışlarken aynı şeyleri söyleyen rakip partiyi yuhalıyoruz. Ya da aynı partinin daha önce savunduğu şey yanlış gelirken şimdi doğru tınlıyor. Vatanperverlik ve vatan hainliği oynak bir terazide bir iniyor, bir çıkıyor. Öyle şeyler duyuyoruz ki neredeyse “dağdaki çobanla benim oyum bir mi” sözüne hak vereceğiz. Tüm bu siyasi figürlere eşleri de eklenince siyasi tablo tastamam oluyor. Biliyorsunuz siyasetçi eşi diye bir meslek var. Çoğu zaman kocalarının çıkarlarını, gerekirse partinin çıkarlarının üstünde tutmakla görevliler. Eş zamanlı sahneleri ardı ardına izliyoruz. Cümleyi biri bitirmeden biri alıyor. Tekrar ettikleri sözlerin başına ya da sonuna ekledikleri cümlelerle metni genişletiyorlar. Onları dinlerken manşetleri görüyoruz. Çıkırt çıkırt denklanşör sesi oyuna hoşluk katıyor. Kadına biçilen rolün eleştirisi “politikacıların karılarıyla pozları…” cümlesine karşılık, kadın politikacı vurgusu yapan kadın karakterle veriliyor. Kadının yerini savunmak yine kadına düşüyor. Dilşah Demir, yeşil kostümüyle tek bedenden üç kişi çıkartıyor. Bunu cebinden çıkarıyor diye de anlayabilirsiniz. Nüanslı oyunculuğuyla bir kadından diğerine geçiş anı bir göz kırpması kadar. Keza bir eşten diğer eşe geçişi de öyle. Afallatıcı bir çeviklikle ve ayırt edici kodlarla oynuyor. Bunu (Berkay Tulumbacı hariç) uzun zamandır birlikte oynamalarının idmanıyla açıklamak haksızlık olur. Genel başkanın “partinin her türlü (karısıyla) konusuyla ilgilenirim” sürçmesi ise politikanın kirli yüzüne örnek. Keza “Küçük bir azınlığın büyük bir çoğunluğun üzerinden git gide zenginleşmesi kabul edilebilir” sözü de öyle. Adı üzerine politika bu… Güç zehirlenmesi, algı oyunu, darbesi, menfaati, rantı, blöfü, entrikası, güvensizliği, dönmesi, yalakalığı, yüzüne gülmesi, arkadan iş çevirmesi eksik olmaz. Şeref sözü vermek kadar kolaydır bu sözü tutmamak. İlke, etik gibi kavramlar serbest dolaşıma girmiş mallar gibi yer değiştirebilir. İttifaklar da öyle. Bir saniye önce gözde olan kişi, bir saniye sonra gözden düşebilir. Bu dönekliği 180 derece dönen dekor tasarımında görmek ayrıca güzel. Yeri gelmişken hem Duygum Girginer’i hem de Umay Pelin Akdoğan’ı tebrik etmek isterim. Birbirinin kuyusunu kazanlar, dekor ve hareket tasarımının marifetiyle bir bakıyorsunuz karşı karşıya, bir bakıyorsunuz sırt sırta, bir bakıyorsunuz dudak dudağa geliveriyor. Hayalimde “Tanrım bu ölümcül aşkı atlatmama yardım et” dedirten Brejnev ve Honecker’in o ikonik öpüşmesi canlanırken, sahnede dört beden ve altı kişi beyaz rahat ayakkabılarıyla başlıyorlar dans etmeye. Bu siyasi arenada kim kime ayak uyduruyor, kim kimin ayağına basıyor, kim kimin ayağını kaydırıyor, hatta kim kiminle dans ediyor belli değil. Yakalarında rozetleriyle poz verenlerin, yarım ağız memnun olanların ve koro halinde hemfikir olanların arasında kimin en iyi dansçı olduğu yakında anlaşılacak. Ve birileri belki de son dansını yapacak. Her tür tiyatro oyununun politik olduğunu düşündüğümden fazladan paye vermek istemediğim bu oyun, siyaseti sanat üzerinden lezzetlendiriyor. Yani aslında siyasi karikatürü boyutlandırıp sahneye taşıyor. Politika “yönetme sanatı” ise eğer, kahramana ihtiyaç duyulmayan bir toplum modeli ne güzel bir sanattır. Hep aynı teraneyi anlatan yinelemeler, tekrarlar oyunun duygusunu güçlendirirken sahne/karakter/durum geçişlerindeki hız, akışı birbirine bağlıyor. Ve dünyayı değiştirmek için yola çıkanların yolda kendilerinin değiştiğini görmek bildik bir hüsranın nakaratı oluyor. Artık tam bir politikacı olduğu noktada, kişinin insanlığına, itibarına ne oluyor? Oyunun kurallarını yeniden koyarken kim oyuna geliyor? Yeri gelmeyecek diye fotoğraf, afiş tasarımı için Berkcan Okar’ı, Sinan Arslan’ı ve yapımcılığı üstlenen Fatih Aydın’ı da burada kutlamak isterim. Oyunu başarıyla ve ruhuna uygun olarak tanıtıyorlar. Ne zaman galada, ne zaman seçim atmosferinde olduğumuzu müziğin metne eşlik etmesiyle de ayırt ediyoruz. Yer yer gerilimi yer yer de bando coşkusunu veren müzik için de Evren Karakul’u tebrik ederim. Seçime günler kala Tiyatro Dan’ın zamanlaması muazzam. Akla zarar sloganlar, ateşli propagandalar ve birbirinin üstüne çıkan vaatler arasında kültür-sanat düzenlemelerini ara ki bulasın. Lütfen yer veren partiler ise numunelik. Vatandaşın, kendisini geçim derdiyle meşgul edenlere, onların bu boş vaatlerine artık karnı tok diyeceğim ama… Karınlar da tok değil ki! Tiyatro Dan da seçim gezisinde olan partiler gibi yollarda, turnede. Biri sahneden biri meydandan seslenmeye devam ediyor. Spoiler vermek gibi olmasın ama oyunda tüm renkler aynı hızda kirleniyordu, (bir anlamda) birinciliği beyaza verdiler. Cahil halkın ferasetine inananlara inat, ister misiniz bu kara komedi de ak komediye dönüşsün. Sözüm -oyundakimeclisten dışarı beyaz şeytan devre dışı kalsın! İnsan şeref sözü vermeye çekiniyor ama bir yandan da yine baharların geleceğine inanıyor. “Biz kazanacağız” demek istiyor. Hem de öyle ikinci turda falan değil. Dan diye! * Yazan: Sebastian Seidel Çeviren: Yücel Erten Yönetmen: Mert Öner Oyuncular: Rüştü Onur Atilla, Doğan Akdoğan, Berkay Tulumbacı, Dilşah Demir Arslan Yönetmen Yardımcısı: Uğur Baran Dekor Tasarım: Duygum Girginer Baran Işık Tasarım: Kolektif Müzik: Evren Karakul Kostüm: Umay Pelin Akdoğan Afiş Tasarım: Berkcan Okar Afiş ve Tasarım Fotoğrafları: Sinan Arslan Yapım: Fatih Aydın