Hamlet fabl olursa

Yedi bölümlük “Hamlet” dizisi Gain’de meraklılarını bekliyor. Böyle kült eserlerin adaptasyonu cesaret/cüret oynaklığında ilerleyebilir. Ne de olsa dünyanın bir numaralı tiyatro insanının (Shakespeare yazmaya gerek var mı?) yine dünyada en çok sahnelenen oyununu (Hamlet demeye de gerek yok) uyarlamışlar. Herkesin imajinasyonunda kadim bir Hamlet var zaten. Yüzyıllar öncesinden taşınan Shakespeare’in şiirselliğine zeval getirmeden yorumlamanın, dili güncele getirmenin sorumluluğu büyük. Ben uyarlama yapanın “eserin yazarı, günümüzde yaşasaydı bunu nasıl yazardı” sorusunu kendisine sorup sormadığını da merak ederim. Bu soru, çıkış yolunu buldurabilir insana.

Sinemaseverlerin ödüllü “Sivas” filmiyle tanıdığı Kaan Müjdeci, pandemide Büyükada’ya taşınıyor. Orada gönüllü seyislik yapıyor. Atlarla birlikte yaşıyor. Altlarını temizliyor, bakımlarını üstleniyor. Onları böyle tanıyor. Salgının da ölümün de başat gittiği zamanlar. Covid19 insanları öldürürken, ruam da atları öldürüyor. 81 at itlaf ediliyor ve biz hep birlikte karantina giriyoruz. Bilmem ki atların gömüldüğü o derin çukurlar mı Hamlet’in mezarını anımsattı ona. Sonuçta yıkılan Danimarka krallığının çatısı geldi, yıkılan fayton krallığının (mafyasının!) üzerinde yükseldi. Shakespeare’in demesiyle “çağlar öncesinin krallığı”, doğmamış devletlerde, bilinmeyen dillerde yine oynandı. Fark eder mi? Odakta yine insanın karanlığı vardı. Kapanmaya denk gelen şubat ayında ada onlara doğal, ıssız bir plato oldu. Üç ay adanın kopukluğunun içine hapsoldular. Hani ıssız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey nedir sorusu var ya, onlar Shakespeare’in yol göstericiliğini, Hamlet’in senaryosunu ve heyecanlarını aldılar. Gerisi zaten adada mevcuttu.

Bu “Hamlet” var ya, dizi sadece öyle mi? İzlediğimiz, insanın ruhunu temizlemeyen bir tragedya. Görsel bir ağıt. Sinkaflı bir şiir. Daha perdeye düşen ilk sahnede anladım bunu. Biz yedi bölüme ayrılmış uzun bir film izleyeceğiz. Belki “dizi”yi beyaz perdede izlediğimizden, belki sinemayı çok özlediğimizden güzel bir yanılgı içinde olabilirim, ama değil! Ya da bu bana tiyatro tiryakiliğimin ve tiyatroya ithaf ettiğim tüm güzel anlamların oyunu olabilir. Yok, o da değil! Her tiyatro oyunu sanatsal olmadığı gibi, her dizi de tecimsel/yüzeysel değil. Hele sıradan hiç değil! İspatı karşımda. Mecrayı önemsemeyen geniş çekim açılarıyla kendine güvenen, bağımsız film normlarını kullanan bir seyir önerilmiş bize. Oyuncuların çoğunluğunun tiyatro kökenli olmasının beni yanıltma ihtimali de bir kenarda dursun. Ve ben tekrar bana bu yazıyı yazdıran heyecanıma kulak vereyim.

Gain ile Asteros Film’in ortak yapımı olan “Hamlet” izlediğim en özgün uyarlamalardan. Bence Kaan Müjdeci, dizi çekmeyi bilmediği için (!) sinematografik bir yapıt çıkarmış ortaya. Konusu -özellikle finali- 420 yıldır bilinen bir diziyi izlenir kılmak kolay şey değil. Dünya prömiyerini Fransa’nın Lille kentinde yapan ve Avrupa’nın en büyük televizyon içeriği festivali “Series Mania”ya 420 dizi arasından seçilen ilk Türk yapımı bu. Aynı zamanda İsviçre’de 27. Cenevre Film Festivali’nde yarışıyor. Bunlara da sevinmek gerekir.

Oyunculara baktığımda Kaan Müjdeci’nin, “Yaptığınız işin kıymetini bilen, kendi kıymetini bilen, işi başka bir seviyeye yükseltiyor. Ben hep çok iyi insanlara denk geldim. Bu, övünebileceğim bir özelliğim, iyi insanları seçebiliyorum.” sözlerine hak veriyorum. Ne kadar övünse az. Günümüz Büyükada’sına uyarlanan ve çürümüşlüğü bir aile draması üzerine kuran bu yeniden yazımda Hamlet’in arketiplerini tanıyoruz teker teker. Kral Hamlet’te (Ahmet) Mustafa Alabora’yı izlemek lütuf. Senaryo gereği tadımlık olan lezzetli oyunculuğuyla hasret gideriyoruz. Tiyatrodan sonra bir dizide Hamlet’i oynamak onun için de ilginç olsa gerek. Genç Hamlet (Hazar) rolü Elit İşcan’a emanet edilmiş. Hamlet oynama hayali kurmayan nadir oyunculardan biri o. Belki de bu mesafesi onu özgürleştirmiş. Nur Sabuncu, Ayla Algan, Fatma Girik’ten sonra kadın Hamletlere onun adını da ekliyoruz. Böylece katmanlaşıyor rol. Akıllıdan deliye giden çizgide doğal oyunculuğuyla geziniyor. Bu sezgili, başına buyruk kız, tekinsizliği, ikilemleri ve gelgitleri ile eylemsizliğini örtemiyor. Kış denizinde yüzmek, yılanı, kuzuyu, horozu koynuna almak da oyunculuk “challenge”ı olarak kişisel tarihinin anekdotlarını oluşturuyor. Hâl böyleyken Ophelia da (Öner) Ahmet Rıfat Şungar’a düşüyor. Ben bu çapraz cinsiyet önermesini seviyorum. O hisli âşık, hayaller-hayatlar sarkacında sıkışıp her salınışta dayağı kendi yiyor. Bu şefkatli, hassas delikanlıdan bir canavar yaratan kamu oyununa “beni siz delirttiniz” diye bağırsa yeridir. Claudius (Kadir) rolünde Erdal Beşikçioğlu oyunculuk hüneriyle alıp götürüyor diziyi. Hamlet’i kadına emanet etmeyi seçen anlayışla, onun sergilediği baskın başrol yan yana uyumlu duramıyor. Erdal Beşikçioğlu, dizinin yıkılan fayton krallığı üzerinden anlatılacağını duyar duymaz kani oluyor. Devamını dinlemeden “varım” diyor. Aynı bağlılıkla da oynuyor. O, “Kral öldüyse yaşasın yeni kral!” dedirten kişi. Güç, onun iktidar hırsıyla el değiştirdiyse yine değişir, bunu unutmamalı. Üzerine oturduğu taht da, eğreti bir at eyeri nihayetinde. Tiyatro hayatın aynası diyoruz. İşte o aynada kendine bakanlar gördükleriyle yüzleşiyorlar mı? Kadir, aynadaki aksine tükürdüğüne göre, evet! Bu benim en yerinde bulduğum metaforlardan biri. Shakespeare’in “iyi veya kötü insan diye bir şey yoktur. İnsanlar iyi veya kötü olmayı düşünceleriyle belirlerler.” sözünü hatırlamanın tam zamanı. Gertrude (Nazan) rolünde Hatice Aslan cesur, olgun oyunculuğu ile coşuyor. İnsanın izledikçe izleyesi geliyor. Parçası olduğu hikâyeyi kadınlık hâlleri üzerinden nüanslarıyla anlatıyor. Kocasının katiliyle evlenen bir sistem insanı o. At gözlükleri onun gözüne koşulmuş. Bu pervasız anne, suskunluğu ve kabullenişi ile suçtan payına düşeni almalı.

Gelelim düşman aileye: Polonius (Abdullah), Cihat Tamer’in ölçülü oyunculuğunda can bulmuş. Soyluların ve üst tabakanın anlatıldığı hikâyede konumuyla kast sistemine yerleşiyor. O, hizmet edenlerin, dolayısıyla ezilenlerin başını çekiyor. Boyunduruk altındakilerin kaderini oynuyor. Keza oğlu Leartes de (Serkan) öyle. Babasının baskısı altında ezilen bu karakteri Murat Kılıç canlandırıyor. Rızkının peşinde koşarken hep birilerinin adamı olmaktan, hep birileri için çalışmaktan kaçamıyor böyleleri. Yine de beslendiği iç çatışma ile tetikte bekleyen birine dönüşüyor ve içindeki aksiyonu büyütüyor. Hayaletin, genç Hamlet’e musallat olması, katilinin kardeşi olduğunu söylemesi ve ondan intikamını almasını istemesi burada ada sakinleri Amelia (Çiğdem Selışık Onat) ve Nuh (Emrullah Çakay)’ın yardımıyla oluyor. Mistik güçleri olan Amelia’da Çiğdem Selışık Onat’ın görmüş geçirmiş oyunculuğunu zevkle izliyorum. Onun soylu oyunculuğu diğerlerine benzemiyor. Oynarken 2014 yılında uyarlayıp yönettiği “Derme Çatma Hamlet’i ne kadar andı merak ediyorum.

Derken atmosfer değişiyor. Şebnem Bozoklu (Nagehan) yanında gezdirdiği kurduyla bizi absürd bir seyre götürüyor. Gündüz kuşağının “reality show”larına ışınlanıyoruz. Çürümüşlüğün sirayet ettiği televizyon sektöründeyiz şimdi de. Hecuba tiradıyla annesine ve amcasına oyun oynayacağını söyleyen Hamlet, yani Adalı Hazar, bunu burada Nagehan’ın programı üzerinden gerçekleştiriyor. Tüm şüpheliler ifşa ediliyor. Yaşanılan aile dramı, televizyon için tüketilecek bir malzemeye dönüşürken aile fertlerinin maskara edilmesinde bir sakınca görülmüyor. Kanırtmak, köpürtmek onların işi. İşte oyun içinde oyundayız şimdi. Hatırlayalım; yozlaşmanın, ihanetin, kokuşmuşluğun girdabında bir tragedyaydı “Hamlet”. Kâh insan bedeninde, kâh ülke bütününde. Televizyonda adaletin şovu yapılıyor. Hem de yargı logosunun önünde. Demokles’in kılıcı suretindeki reyting canavarının hedefinde. Gözyaşı satılığa çıkıyor. Söylemeden geçemem: Şebnem Bozoklu oyunculuğu diye bir şey var. Sıcak, samimi ve rahat. Ve nihayet sıra Kerem’e (Serdar Orçin) geliyor. Televizyon muhabirliği de bir hizmet sektörü değil mi? Serkan’dan, Öner’den farklı sanmasın kendini. Yarı duyarlı, yarı piyon bir rolde kendinden istenileni vermiş Serdar Orçin. İsabetli oynuyor. Daha çok istense onu da verebilir, biliyorum. Onun oyuncu cömertliğini tanıyorum. Tam bu arada bir de hoşluk oluyor. Kaan Müjdeci, bir cameo edasıyla bize kumanda masasından göz kırpıyor.

Oyuncular kadar hayvanlar da başarıyı yakalıyor. Başta Veysel (kör at), Zen (kurt), Paris (yılan) olmak üzere horozu, kuzuyu, köpeği, kuşu da bir güzel oynatıyor Müjdeci. İlk sahnede bize istemsizce “atları da vururlar” dedirtse de biliyoruz ki o aynı zamanda atlara fısıldayan adam. Onların dilini biliyor. Shakespeare’in soneleri ile bir resim çiziliyor. Bunu seviyoruz, ama adanın daha önce görmediğimiz yerlerinde dolaşırken karşımıza çıkan pislikten, çöpten, hayvan ölülerinden, kalıntılarından da rahatsız oluyoruz. Çürümüş bir şeyler var Danimarka krallığında ve adaların habitatında, denizinde, müsilajında. Kıssadan hisse, bu fabl bize ne diyor, onu duyalım asıl. Çünkü o fısıldamıyor; haykırıyor. İnsan eliyle yapılan orman yangınlarının, iklim krizlerinin, sel baskınlarının, taşan derelerin, depremlerin, hayvanlara uygulanan işkencenin, cinayetin, kirliliğin üzerinden eden bulur diyelim mi? Ne dersiniz? Yoksa köpekler istedi diye atlar ölmeye devam edecek. Bilesiniz…

Yorum, görüş ve önerileriniz