Yazı ve Fotoğraflar: Gökhan Korkmazgil
İnsanın içsel bir ahenginin olması gerekir, “kendiyle barışık olma” da diyebilirsiniz buna. Büyük kentte yaşamak bu ahengin her gün bozulması demek oluyor, akşamdan sabaha her gün yeniden onarmak gerekiyor. İçi yarıya kadar dolu bir şişenin çalkalanıp çalkalanıp durulması gibi.
İçsel ahengi var olan insanlar zamanda sakince süzülür gibi yaşar. Ahengi bozulmuş olanlar ise yalpalayarak adım atmaya çalışır gibiler. Sırf büyük kentte yaşamak bile insanın içsel dinginliğini bozmak için yeterlidir. Dip dibe büyük kent yaşamının bütün olumsuzlukları, hep birlikte çullanır insanın üstüne. Kalabalık, gürültü, kirlilik, sıkışıklık, trafik yoğunluğu, güvenlik sorunları… Saymakla bitmez. Derisi daha kalın olanlar bu topyekûn saldırıya biraz daha kolay katlanarak yaşar gider. “Emekli olunca bir sahil kasabasına yerleşme” hayali kurar, bu hayale sıkıca sarılarak yaşamlarını sürdürürler. İstek duydukları her şeyi bu “emeklilik sonrası”na erteleyerek ömür tüketirler.
“Sabah kalk işe yetişmeye çalış, akşam işten çık eve ulaşmaya çabala” rutiniyle özetlenmesi uygun olan büyük kent yaşamı insanları mutsuz ediyor. Bu rutinin içinde kısılıp kalan büyük kent insanı daha başka, daha iyi bir yaşamın var olabileceğini unutuyor. Sürekli bir stres yumağı biçiminde dolaşıyor herkes. Böylelikle, bir yerden başka bir yere ulaşmanın bile büyük çaba gerektirdiği büyük kentte, oraya özgü bir yaşam tarzı insanların içine işliyor. Mekanik, aceleci, doğadan tümüyle kopuk, koştur koştur, hep yorgun…
Mutlu olabilmek için, isteklerinin hiç olmazsa bir bölümünü gerçekleştirebilmelisin. İstediğin şeyleri yapabilmen için de kendine zaman ayırman gerekir. Bütün zamanını gündelik rutinini yerine getirebilmek için harcıyorken nasıl olacak bu iş? Olmuyor elbet. Hadi yine başa dönüyoruz: “Emekli olunca yaparım!”
Büyük kentlerin bu denli yaşanmaz hale gelmesinin en büyük nedeni aşırı nüfus baskısı elbet. On yıllar boyunca iş olanakları nedeniyle kente gelip yerleşen nüfus zıt bir tepki de oluşturdu. Derisi o kadar da kalın olmayan, daha kırılgan insanlar kaçmanın yolunu aramaya başladılar. “Köyden kente göç” ve sonrasında “kentten kırsala kaçış” oldu. Bir tür gönülsüz iç nüfus değişimi, bir “örtülü mübadele” yaşandı. Köylü için gönülsüz; çünkü köyünde yoksullaşan köylü evini bahçesini bırakıp iş bulma peşinde büyük kentlere göç etti. Kentli için gönülsüz; çünkü kendisi için yaşanmaz hale gelen kenti terk edip daha küçük, sakin, kırsal “sahil kasabası” hayaline uygun yerlere kaçtı. Bu kırsal hayal büyük çoğunlukla Ege sahillerinde somutlaştı. Elbette bu yerlerden biri de Fethiye idi.
Bu süreçte kentler nitelikli insanlarını kaybetti. Giden her kentlinin yerine on – on beş köylü geldi. Gidenler hep daha kırılgan, daha donanımlı, insan – doğa ilişkisine daha fazla kafa yormuş, harala gürele yaşamaktan yorulmuş insanlar oldu. Bunlar, kendini yetiştirememiş insanlardan kaçanlardı. Bu süreç kentlerin kalabalıklaşma ile kalmayıp gerilemesini, olumsuz yönde etkilenmesini beraberinde getirdi.
Bu boğucu karmaşanın bir parçasıydım ben de bir zamanlar. 90’ların başında bir gün, bir tür aydınlanma yaşadım! Adım adım bile ilerlemeyen tıkanmış trafikte, arabamın içinde, stresten midem bulanır halde bekliyordum. Her günkü gibi iş çıkışı evime ulaşmaya çalışıyordum. Sabah işe gitmek bir saat, akşam eve dönmek bir buçuk saat sürüyordu çünkü. Birden “ne işim var benim burada?” dedim. “Çekilir şey değil bu yahu!” Hem de ne için? Eve ulaş, dinlen, yenilen, tazelen, yarın sabah aynı boğuşmaya tekrar dalmak için! Olmaz. Gitme zamanı gelmiş, geçmiş bile. Kararımı verdim. İlk fırsatta Ankara’dan kaçacaktım.
Fırsat 94’te olgunlaştı. Çıktım, gelip Fethiye’ye yerleştim. Yirmi dokuz yıl olmuş; bir gün bile “nerden geldim ben buraya” demedim! Arkama hiç bakmadım.