Pleias Dergisi,

ANDREAS STAMATİADİS – TELMESSOS’DAN TLOS’A SEYAHAT NOTLARI 1901

İki yol arkadaşımla birlikte Makri’den, altı saat uzaklıktaki Tlos’a doğru yola çıktığımda saat öğleden sonra üçtü. Güneş yakıcıydı, çünkü 25 Temmuz günü hareket etmiştik ve Zephyros’un(1) tüm ferahlatıcı nefesine rağmen sıcağı olanca ağırlığıyla hissediyorduk.

Makri’nin geniş ve verimli ovası boyunca yol, düz ve engebesizdir. Yolun sonunda iki yeşil tepenin birleştiği yer daralır ve hafif bir eğimle yukarı doğru tırmanır. Uzun yolun devamı olan, iki tepe arası geçiş mesafesi kısadır ve çeyrek saat kadar sürer. Bu yol, iki atın yan yana rahatça geçişine müsaade eder ve yolcunun, yaz güneşinin ateşli rüzgarlarından kaçınabileceği tek güzergahtır. Sonra yolcunun gözleri önünde Makri ovasına benzer bir ova daha açılır.

Şimdiye kadar, Makri’den iki saat uzaklaşmıştık. Çeyrek saat sonra yolun ilk durağı olan Tontides’e(2 vardık. İşte bir Osmanlı, orta yaşlı, sempatik, bakımlı bir beyefendi gelip bizi “hoş geldiniz” selamıyla karşıladı, bize kahve hazırlayıp, atlarımızın ihtiyaçlarını karşılayan bir kahvede, kısa bir dinlenme molası verdikten sonra, akşam saat 6 civarında tekrar yola çıktık ve “Dikenli” olarak bilinen çok dar ve çok zorlu bir yola girdik. Buradan, yolun sonunda yükselen dik, görkemli ve heybetli Babadağ tüm güzelliği ile ayırt edilmeye başladı. Eteğine geldiğimizde gece üzerimize çökmüştü ve ay, aşkınlığıyla bizi cesaretlendirmek için ağaçların arasından yüzünü gösterdi. Yavaşça dağa tırmanmaya başladık, saat akşam sekiz buçuk civarıydı. Yürüyüşçünün uzun uğraşlar ve mücadeleler sonucunda zirveye çıktığı yerden çok dar bir patika, dağın içlerine uzanıyordu.

Yoldaşlarım bana bu yerin, yoldan geçenleri soymak amacıyla gece boyunca bekleyen birçok soyguncu için iyi bir saklanma yeri olduğunu ve bununla ilgili bir dizi hikâye dinlediklerini anlattılar. Gerçekten de bu yolda tek başına seyahat, ürkütücü ve tehlikeliydi. Bütün yol dar bir patikaydı ve yokuş yukarı tırmanıyordu… At sırtında hızla oradan geçtik. Yukarılarda, yolun üst kenarında uzum gibi sallanan devasa kayalar tehditkâr bir şekilde asılıydı. Ay ışığı altında, başımızın üstünde uçuşan hayaletler gibi görünüyorlardı. Uçsuz bucaksız cam ağaçlarının sık yaprakları buna izin vermediğinden, ormanı dolanarak, geçtiğimiz yolu aydınlatan avutucu soluk ay ışığı altında, ilerliyorduk. Mezarlıkların yanından geçerken, mezar taşlarının arasında dolaşan rüzgâr korkunç şekilde ıslık çalıyor, çarpışan dalların hışırtılı sesi geceyi daha da uğursuz yapıyordu. Bu şartlar altında dağın patikalarında ilerliyorduk. Az önce söylenenleri hayal gücümle tekrar tekrar düşünüyor, kayanın arkasından korkutucu ve dehşet verici ama aynı zamanda çok romantik bir ses duymayı bekliyorum.

– Teslim olun!

Bu, soyguncuların olağan lafıdır. Her ne kadar bunun olmaması, beni biraz hayal kırıklığına uğratsa da tüm iletişimde uzak, imkansızlıklar içinde dağlarda bağımsız bir yaşam suren dağ adamlarıyla tanışmayı henüz istemezdim, neyse ki, ya da ne yazık ki, dileğim yerine gelmedi. Böyle düşüncelere dalmışken, arkadaşlarımın sesi beni uyandırdı. Tepenin geçiş zirvesine ulaşmıştık. Burada atlardan indik çünkü dağın yamacından atla inmek çok zordu. Arkadaşımın önünde gerçekten olağanüstü bir manzara vardı, dağın eteklerinde itibaren Ksanthos ovası uzanıyordu. Tek tük ışıklarla bezeli, aralıklı dağılmış dağ gelinciği gibi, göçebe çobanların ve küçük köylerin kulübe lambalarıyla aydınlanmış, büyülü bir manzarayla karşı karşıyaydık. Sonunda bu ışıklı ova altın bir şeritle kesiliyor, sihirli dalların etrafını sardığı ve kuyumcularının parıltılarının geçemediği Phoebe’nin(3)  gölgesi altında kayboluyordu… Gözlerimiz yardımcı oldu, ova boyunca uzanan o karanlık şerit Ksanthos nehriydi.

Yokuş aşağı sessizce indik ve kuru sel yatağına geldik. Misafirperver bir Osmanlı çobanının kulübesinde bir süre dinlenip yola devam ettik. Zaten gece saat 11’di. Ksanthos’un nehir yatağı boyunca, akan sularının sesi eşliğinde sallanarak yürüyorduk. Üç yoldaş da bir cenaze sessizliğine gömülmüştük. Kimse bu büyülü sessizliği bozmak istemedi, hatta düşünmedi bile. Bu özel, romanesk ve pastoral ortamın bizim üzerimizde ciddi bir etkisi oldu. Zephyros’un aurası, kara çamların, orman gülünün, mersinlerin, biberiyelerin kırsal kokuları etrafımızda yükseliyordu. Bu pastoral rüya, zihni meşgul etmez, tüm gereksiz düşüncelerden, kargaşalardan uzaklaştırır, sadece doğanın güzelliğine hayran bırakır. Bu tür ideallerle taban tabana zıt olan kısır toplumsal çekişmeler, ortamı etkileyemez, aralarında bir bağlantı kurmaz ve onlardan uzaklaştırarak insanı kısa bir sure için doğayla olan akrabalığını, doğayla ilişkisini düşünmeye zorlar.

Doğa, bu büyüklüğün ortasında sadece güzelliği değil, aynı zamanda mükemmelliği temsil eden bir işaret, bir referans noktası, inkar edilemez bir gerçekliktir. Bu vahim çevrimde insan, kendisini ve güçlerini sınar ve kendisini çevreleyen bilinmez ve esrarengiz şeylere bakar, sonsuzu kavrar. Bu tür düşünceler altında ve hakim sessizliğin ortasında, ansızın, düşüncelerimin uyuşukluğundan ani bir gürültüyle uyandım ve diğer yoldaşlarımın kollarını muhteşem görüntüye uzatarak bağırdığını duydum:

– Görüyor musunuz? Ne muhteşem bir manzara!

Gösterdiği yöne doğru döndüm ve kendimi gerçekten büyülü bir gösterinin önünde buldum.

Bir su köprüsü, normal bir yer çekimi eğrisine sahip bir su yarım dairesi, çıktığı uçurumdan aşağı yuvarlanıyor ve dalgalanan, kükreyen, akan bir deniz oluşturuyordu. Onlar Ksanthos’un çağlayanlarıydı. Yoldaşlarım önden, ben arkalarından, su köprüsünün yanından diğer tarafa geçtik. Phoebe’nin koyu karanlığı altında, aydınlatılmış bir panorama sunuyorlardı. Panorama!

Bu kelime tek başına gösterinin ihtişamını temsil edebilir. Başımın üzerinde devasa ve tüm bitki örtüsünden arındırılmış sarp bir dağ yükseliyordu. Ortasında, metrelerce yükseklikten, bir yeraltı uğultusuyla suyun çıktığı ve dağdan belli bir mesafeye kadar gürleyerek fışkıran, kıvrılan, büyük bir uçurum vardı. Uçurum, onu yutmak için aç gözlü görünüyordu. Yuvarlak dudaklarının arasından akan su, köpüren sularıyla kaynağı mermer ağartma halkasıyla çevreliyor, uçuruma dalıyor ve ondan birkaç metre uzakta, Ksanthos’un ilk akıntılarını oluşturuyordu. Bu nehrin başlangıç noktası geniş bir denizi andırır, akan sular kıyı boyunca düzgün ve sonra sakinleşen akıntılar oluşturur. Bu uçurumun çevresine, mersin, ıhlamur ve gül ağacı kokuları yayılır. Bu kokular onu soluyan ziyaretçiyi sarhoş eder ve akan suyun tüm gürültüsüne rağmen onu tatlı bir uykuya sürükler.

Morpheus’un(4) baskısına karşı çıkan sürücü, sonunda teslim olur, öne doğru eğilir, başı düşer ve kükreyen suların tatlı ninnisi altında uykuya teslim olur. Yatak yerine, at sırtında ve örtü olarak ince bir giysinin altında… İklim öyle yumuşak ki, bu koşullarda bile uykuya izin veriyor. Artık, uykunun yükü altında göz kapakları kapalıyken, beynin gözleri bir araç haline gelir ve son algıdan önceki romantik bakışın ve zihnin yarattığı hayallerin tanıkları olur. Dünyanın başlangıcından beri gücünü dizginlemek için sancılar içinde olan zihin, uyku halinde enerjisini kontrol edemez ve akıp giden düşler aleminin seyircisi olur. Yolumuz nihayet, at üstünde artık duramaz olduğumuz saatlerde ve düşler arasında Düver’de(5) sonlandı.

——————————————————————-

  • Yunan Mitolojisinde batı rüzgârı tanrısı.
  •  Dont – Esenköy
  • Yunan mitolojisinde karanlık ve gizem tanrıçası.
  • Yunan mitolojisinde düşler tanrısı.
  • Döğer Köyü-Seydikemer

Yorum, görüş ve önerileriniz