Tertullianus
Tertullianus

İLK SOHBET

– Her yer karanlıktı önce… Koyu karanlıktı. Yani ilk hissettiğim buydu… Sonra aydınlandı dünyam… Bir an için. O an, bildiğimiz saniye ile ölçülebilen bir an mıydı, bilemiyorum. Yaz ortasında, güneşin en kızgın anında, güneşe sürekli bakan bir insan kör olur ya, bu yüzden sanırsınız ki, görüp göreceğiniz en kuvvetli ışık, güneşin gözünüzü kör eden ışığıdır. Oysa benim tanıklık ettiğim ışığın gücünü hayal dahi edemezsiniz! Güneşe bakmak neymiş? Evrendeki tüm güneşleri bir araya getirin, üstüne bir de onların kendi sistemlerini oluşturmasını sağlayan patlamayı ekleyin! İşte ben, bu tarifi imkânsız, hiçbir şeyle kıyaslanamaz büyüklükteki ışığa maruz kaldım, bir an için… An dediğim, lafın gelişi. Sonrasında yine karanlığa gömüldüm. Dünyam yine kapkaranlıktı ve çok sıcaktı… Fiziki bir varlığa da sahip değildim, gözlerim yoktu! Sanırım… Orada, şahitlik etmek için bulunuyordum ama göremiyordum. Göremiyordum ama tarif ve tahayyül edilemez sıcaklığa rağmen erimiyordum! Şahitlik görevi, erimemi engelliyor olmalıydı ama kör olmamı engelleyememişti! Ya da… Ya da fiziki olarak değil, gönül gözüyle görüp şehadet etmek üzere oradaydım! Ve aslında kör edici ışığı hiç görmemiş dahi olabilirdim.

Sanki bir güç beni, “Bir ruh, çok sonra yaratıp ete kemiğe büründüreceğimiz, düşünen, duyuları olan ve anlatabilecek bir ruh, bu şaheserimize, muhteşem yüce olaya, ibreti âlem için şahitlik etsin!” diyerek görevlendirmiş olmalıydı. Ama bildiğimiz bir zamanda, algıladığımız bir mekânda değildim.

Patlamayı ne sağından ne solundan ne aşağısından ne yukarısından ne de içinden seyrediyordum. Gözlerim görmez olmuştu ama biliyor ve tanıklık ediyordum. Gönül gözüm açıktı ve biran için bile kırpamıyordum. Patlama bendim belki veya patlama benim içimdeydi. Ama ışıkla birlikte oluşan kaosu ve ardından hızla genişleyen evreni, insan beyninin düşünüp, içselleştirip, bilinçaltına yerleştirip, tahayyül edebileceğini, rüyasına bile taşıyamayacağından eminim!

Patlamadan sonra hissettiklerim çok garipti. Bunu yaşayıp ölmüş olanlar, hâlâ yaşayanlar ve daha sonra doğup yaşayacak olanlar ve hatta kıyameti görecek olanlar dahi asla anlayamaz! Hiçliğin ortasından; birbirini takip eden, ölçülüp kıyaslanabilen zaman ile birbirinin yanı sıra dizilip daha sonra sonsuz olarak tarif edilecek büyüklüğe ulaşan uzay ya da mekânın ortaya çıkışına tanık oldum. Yoktum aslında, var oldum. Hiçtim aslında, tanıklık eden ruh oldum! Kim demiş, “Hiçbir madde vardan yok, yoktan var olamaz!” diye? Patlamadan çok sonra kurulan Dünya’da fiziğe merak salanların, bilim insanlarının, papazların, imamların, düşünürlerin, filozofların kafa yorduğu her şey heybemde! Heybemde olanları, saçma bulsam dahi görüp bildiklerimi, insanların zaman içinde birer birer keşfetmesi beni keyiflendiriyor. Mesela evreni, bir ekonomik problem olan enflasyona benzetip önüne geçilemeyecek bir hızla büyüdüğünü söyleyen teorisyenler gördüm. Bunlara göre, patlamadan hemen sonra, 10 üzeri eksi bilmem kaç saniyede, evren 10 üzeri artı bilmem kaç misli büyümüş! Yani enflasyon teorisini ileri sürenlerin ortaya koyduğu bu sayılarla, bir trilyon dolar borcu olan birinin, bir saniyenin milyarda biri kadar zaman içinde borcunu ödedikten sonra 1 katrilyon paraya sahip olması halinde doğacak niteliksel uçurumdan çok daha fazlası anlatılıyor. Bunu söyleyenler doğruya oldukça yaklaştı. Ama aynı zamanda, doğrunun o kadar da uzağındaydılar ki! Çünkü 10 üzeri eksi saniye denebilmesi için bile ortada bir minik zaman kırıntısı olması gerekir! Bakmayın siz, evreni “İleri erken dönem, ardından Planck dönemi” falan diye incelemeye çalışanların olmasına… Sonunda bunların hepsi birer varsayım, birer kuramdan ibaret… Üstelik enflasyonist bir büyümeden bahsedenlerden bazıları, daha önceden var olan bir evrenin bir noktasında bu genişlemenin başlayarak bizim evrenimizin oluştuğunu söylemek suretiyle işin kolayına kaçıyorlar. Merak edilene kolay bir cevap bulmak istenince, ulaşılmak istenen doğrudan anında uzaklaşılıyor.

Benim şahitliğimi, Stephen Hawking uzay fiziğinden yararlanarak onaylıyor. Benim gibi o da “Büyük Patlama’dan önce” şeklinde bir cümlenin anlamsız olduğunu söylüyor. Doğru da söylüyor… Büyük Patlama uzay ve zamanın başlangıcı olduğuna göre zamanın olmadığı bir andan söz etmek nasıl anlamlı olabilir? Hâlâ öyle düşünenlerin, Güney Kutbu’nun güneyinde ne vardır, sorusuna cevap vermeleri gerekir.

– Tertul, lütfen konuyu dağıtmadan, bu büyük şahitliğini anlatmayı sürdürür müsün?

– Tamam üstat! Anlatıyorum… Yaşayıp şahit olduklarımla, bu gerçeklere sonradan gıdım gıdım ulaşma çabası içinde olanları ve tam tersine gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmayan iddiaları ortaya atanları anlatmamın yararlı olacağını düşündüğümden konuyu biraz dağıtır gibi oldum.

– Dinsel anlatılara, metafizik bakışlara girme sakın. Bari onları geç!

–  Üstat metafizik, gerçekten fizik ötesi midir? Metafiziğin içinden fizik çıkmaz mı? Çıkmadı mı? İki paralel doğru, uzayda bile kesişmez mi? Zaman ve uzaya aktarılabilen her şey fiziğin ilgi alanına girer.

Metafizik, sonra da fizik denilince, akıllara benden hemen sonra yaşamış olan Augustinus’a sorulan, “Yeri göğü yaratmadan önce Tanrı ne yapıyordu? sorusu gelebilir… Ancak, büyük patlamayla birlikte zaman kavramı ortaya çıktığına ve hiçlikten varlığı var eden bir güç de söz konusu olması gerektiğine göre bu sorunun sorulabilmesi için zaman kavramı olmadan önceki bir zamanın varsayılıyor olması lazım ama bu saçma… Öylesine saçma ki, saçma olduğu için inandığım saçmalıklardan bile daha saçma! Buna zırva demek daha doğru! Bu zırvaya nasıl inanıyorlar? Soyumdan gelen Augustinus, akıllarımızda var ettiğimiz metafiziği illa fizikle açıklamak isteyenlerin öncelikli mevzuu olan Tanrı hakkında söylediği, “Tanrının geçmişi ve geleceği yoktur. Tanrının günleri yılları bir gündür ve hep bugündür!” sözüyle ne anlattığına dikkat etmek gerekir. Burada kavramlar, tarifler çok önemli… Ezeli ile anlatılan nedir, ebedi ile ne kastediliyor, Tanrı ile ne tarif ediliyor? Bütün bu kavramların içeriği, açıklayana göre değil, anlayana göre değişiyor.

– Tertul… Tertul… Müthiş bir polemik ustası olduğunu biliyorum. Kafam iyice karıştı. O yüzden ben susuyorum. Sen dilediğin gibi anlat! Bakalım ben ne anlayabileceğim?

– O zaman patlama sırasında hissettiklerimi anlatmaya devam edeyim. Ben şahitliğimi bir nokta üzerinden yapıyordum. Tek bir nokta… Tek nokta dahi olsa o nokta uzay, yani mekân sayılmaz mı? Orada fiziki olarak yoktum, bir töz olarak bulunuyordum. Gönül gözümle şahit oldum patlamaya, parlamaya. Zaman oluşmaya başladığından, süreçten bahsetmek mümkün hale geldi. Patlamadan sonra hissetmeye devam ediyordum. Hissetmekle kalmıyor, düşünüyordum. “Neden buradayım, bir görevim mi var?” sorularından sonra, “Ben kimim? Ben gerçekten var mıyım?” sorularını sordum kendime. Ve evet, anladım, ben vardım, düşünüyordum ve bir büyük görevi yüklenmiş biri olmalıydım. O an, henüz içine girmem gereken bir bedenimin olması gerektiğini bilemiyordum! Düşünmeye devam ettim. Bir an öncesini bilmediğimi de fark ettim. Geçmişim yoktu benim! Hiçtim. Kâinat gibi… Hiçlikten varlığa döndükten sonra, bana şahitlik görevi verilmişse bunu kimin vermiş olabileceğini düşünmeye başladım. Evet, bir ezeli ve ebedi töz daha olmalıydı… Demek ki bu, hep var olan güç, olmayan beni, var olan ben halinde bir noktaya yerleştirerek, “Şahit ol!” emrini bana vermiş olmalıydı. Patlamanın ardından etrafımda alev topu halinde hacimli kütleler belirdi. Amorf olanlar, dikdörtgen prizmaları andıranlar, diğer geometrik üç boyutlu şekillere benzetebileceğimiz kütleler ilk bulunduğum, patlamanın olduğu noktadan çıkarak hızla büyüyüp uzaklaşmaya başladılar. Ben bir tözdüm. Onlarsa madde! Uzaklaştıkça daha çok küreye benzediler. Maddeyle ilk olarak böyle karşılaştım.

– Hoş geldin Descartes!

– O da benim şahit olarak görüp bildiklerime milyonlarca yıl sonra kısmen yaklaşanlardan. Tabii, her şeyin zihinde olup bittiğini söyleyince, çok yaklaştığı gerçekten uzaklaştı! İşte orada Spinoza girdi devreye… Ben şahitlik ettiklerime dayanarak söyleyebilirim ki, arayış içindeki Descartes’ın acemice sözünü ettiği üç töz iddiası yanlıştı! Spinoza doğru söylüyor, tek töz var! Ona dilediğin adı koyabilirsin. Güç, doğa veya Tanrı… O, muhteşem bir şekilde, yoktan var etmeyi planlayan ve uygulayan bir şey! Muhteşem eserini birinin seyretmesini istedi, çok sonra vücut bulacak olan bir insanın, yani benim! Tanrı sonsuzluk içinde her şeyin özüdür. Zaman ve mekândan önce de vardı. İnsan ise zaman ve mekânın varoluşundan çok sonra var oldu!  Spinoza, düşüncelerini kaleme aldıktan sonra, kaçıncı devir daimimde bilemiyorum, ona katılmaya başladım. Descartes’ın düalizmini boşa çıkaran Spinoza’nın tanrısı, kutsal dinlerde tarif edilen tanrıdan çok farklıydı. Bence haklıydı! Aslında İslam’daki sûdur teorisiyle, yani Tanrı’dan taşanlarla, taşın toprağın ağaçların, hayvanların ve dahi insanların vücut bulduğu söylemiyle, tasavvufta var olan her şeyin Yaradan’ın görüntüsü olduğu fikri ile doğa tanrıya çok yaklaşılmıştı.

– Tertul… Tanrı maddi bir şey mi yani? Hani doğa diyorsun, sûdur diyorsun, Vahdet-i vücut diyorsun ya, ondan sordum!

– Vahdet-i Vücud’tan aklıma gelmediği için bahsetmemiştim. O, Spinoza’nın panteizminden biraz farklı. Varlığın, mutlak varlık ile onun aynadaki yansımalarından oluşan görüntülerden ibaret olduğunu ileri sürüyor. Yani hepsi, bir mutlak düşüncenin, idenin ürünü olmuş oluyor. Ben, bir beden içerisinde Kartaca’da doğup Hristiyanlığı savunurken, Tanrı’nın varlığını, yarattıklarından, eserlerinden bilebileceğimizi söylemiştim. Şimdi de diyorum, o yaratılmadığına göre yetkin bir varlık olmalıdır. Hâlâ panteist bir anlayış içinde bunu savunuyorum ama yanıldığımı anladığım iddialarım da olmuştu, o zamanlarda… Varlık dediğimiz şeyin boşlukta yer tutan bir şey olması gerekir diye düşünüp, mutlak varlığın da kendine özgü türden bir cisim olduğunu iddia etmiştim. Bu iddiamdan vaz geçiyorum!

– Tertul, Hristiyan dünyasını, daha yeni yayılmaya başladığı dönemde bayağı bir karıştırmıştın. Şimdi de söylediklerinle İslamiyet’i karıştırmayasın? İslamiyet’le ilgili bu söylediklerine karşı çıkacak, belki yanlışlayacak çok İslam âlimi çıkabilir… Sen polemikten kaçınmazsın ama lütfen, yabancı olduğun konulara böyle bodoslamadan dalma! Şimdilik, sadece “Büyük Patlama” esnasında şahit olduklarını anlatsan, olmaz mı?

– Homo sum humani nihil a me alienum puto!

– Hayda… Bu ne demek şimdi?

– Üstad, ben insanım ve insana ait hiçbir şey bana yabancı değil!

– Tamam, sustum…

– Sorduğun soruya gelirsem… Şunu söyleyeyim… Kafamızda var olan uzay veya mekân kavramını unutun. Zamanı da… Büyük patlama bildiğimiz, şimdi var olan evrenin, bildiğimiz uzayın içinde gerçekleşmedi. Zaten “Büyük Patlama” zamanın başladığı, uzayın oluştuğu büyük bir olaydı ama bir küçük andı. İşte o andan sonra kendimi, içine hava basıldıkça her yere doğru neredeyse eşit olarak genişleyen bir balonun içinde buldum. Balon, sonuçta genişleyebilen, genellikle kauçuktan imal edilen kapalı bir kaptır. Ama içinde yer aldığım balon, öylesine hızla büyüdü ki, dış yüzünü, uzayı içine alan zarı, kaplamayı, kabuğu hiç hissedemedim. Balonun içine hâkim olan renk, kor kırmızısı olmalıydı. Renkler, görmeden ne kadar hissedilebilirse ben de o kadar hissedebiliyordum. Bir balon, bir mekân içinde, fizikçilerin deyişiyle uzayın içinde yer alır, değil mi? Ama büyük patlamayla oluşup hızla büyüyen uzay balonu, herhangi bir şeyin içinde büyümüyor. Daha doğrusu ben böyle bir duruma şahitlik etmedim. “İçinde” kavramı olmadan bir şeyin büyüyüp genişlediğini hayal etmek zor, biliyorum. İlla uzayın bir şeyin içinde hızla genişlediğini söyleyecek olursam, uzay, hiçliğin içinde büyüyüp genişliyor! Sakın bana, “O zaman hiçlik ne demek?” diye sorma. Çünkü cevaplayamam.

– Tamam da Tertul, hiçliğin içinde genişlemeyi nasıl hayal edebiliriz?

– Dedim ya, insanların bunu rüyalarında görmesi bile mümkün değil! Büyüyüp genişlemenin ilk anlarında ortaya çıkan mikro boyuttaki maddelerin, hızla büyüdüğüne, makro büyüklüğe ulaştığına tanık oldum daha sonra… Bunların gök taşı, gezegen, güneş veya başka bir gök cismi olduğunu o sırada bilmiyordum. Bilemezdim de. Hiçlikten sonra hızla oluşan sonsuz boşluğun içinde kayboldum. Ben, beni hissedemez hale geldim. Buna ölmek denemez herhalde. Çünkü ölecek bir bedene sahip değildim. Çok daha sonra dünyaya gözlerimi açtım. Ben, ben olarak doğduğumda, dünya dinlerle çoktan tanışmıştı. İsa’nın ölümünün üzerinden bir buçuk asırdan biraz fazla zaman geçmişti. Ayaklarımı yere basıyordum. O an anladım ki, artık mekân vardı. Yaşadığım iki an arasında bir nicel süreç olduğunu görünce, zaman kavramının da geçerli olduğunu fark ettim. En önemlisi, ruhum artık bir bedenin içerisindeydi. Kimine göre bir bedene hapsedilmişti! Bu tür hapislikleri daha sonra çok yaşadım!

– Tertul… Sen gerçekten “Büyük Patlamaya” şahit oldun mu? Çünkü… Evrenin, uzayın oluşumu ile ilgili başka teoriler de var ya, ondan sordum.

– Estağfurullah üstad! Ne zaman yalan söyledim sana? Ben de biliyorum, teorilerin havada uçuştuğunu. Kâinatın başlangıcını merak edip üzerine teoriler inşa eden ilk bilim insanları, evrenin ezelden beri var olduğunu, durağan bir biçimde hiç büyümeden, genişlemeden hep öylece durup durduğunu söylediler. Yani evrene mutlak töz demiş oldular! Bu teori çok sayıda taraftar da buldu. Ama ben şahidim, dedim ya; patlamayla birlikte uzay inanılmayacak bir hızla gelişip büyümeye başladı. Her gök cismi farklı yaşlarda. Yani ben şimdi gözlerime mi inanayım, yoksa masa başında teori üretenlere mi?

– Gözlerin hani kör olmuştu?

– Lafın gelişi öyle. Yani şahit olduklarıma mı, diyecektim.

– Bunu Büyük Patlamada olduğu gibi gözlemlerime dayanarak anlatamam ki! Çünkü şahitlik etmedim, böyle bir şeye… Dünya’da kıyamet koptu diye uzay yok olmaz. Gök taşı, Dünya, Güneş, galaksiler…

Uzayın boyutları ile kıyaslandığında bir iğnenin ucu kadar bile değiller. Uzayın derinliklerinde, kararan, yok olan, kara deliklerin çekimi içine girip kaybolan nice gök cismi var. Ayrıca yaşamın olduğu başka gök cisimleri, gezegenler olduğuna da adım kadar eminim! Nitekim bedenler için iki kapılı olan bu handan, değişik vücut ve kimliklerle gelip geçerken bu hayat belirtileriyle ilgili gerçekçi olma ihtimali yüksek olan çok şey işittim. Dünya’da kıyamet kopunca uzay sona ermez ama eğer uzay bir gün biterse hiçbir dünya, hiçbir gezegen, hiçbir güneş kalmaz; bu kesin bilgi! “Hawking’in, uzayın sona erişi ile ilgili düşüncelerine katılıyorum.” diyebilirim. Peki, o ne diyor? “Uzayın bu genişlemesi bir noktada sona erecek. Belki bir duraklama döneminden sonra genişleyen uzay yavaş yavaş büzülmeye başlayacak ve Bum! Yani yine tek nokta halinde hiçliğe dönüş.”

– O tam da öyle söylemiyor galiba?

– Yahu, bu benim işim değil! Bunu fizikçiler tartışsınlar. Ben ya gördüklerimi anlatırım ya öğrendiklerimi veya bunlardan yola çıkarak duygu ve düşüncelerimi… Teori üretmek fizikçilerin işi! Onlar teorilerini diledikleri gibi formüle edebilirler! Ben heybemdekileri bilirim.

– Peki, Dünya adlı gezegenin oluşumuna gelecek olursak?

– Dur gelme! Ne dedim ben sana… Bir beden içinde Dünya’ya ayak bastığımda, milat diye belirlenen temsili başlangıç noktası, 160 yıl geride kalmıştı. Dünyanın oluşumu, dünyada canlılığın ortaya çıkışı, insanın türemesi falan… Benden çok önceydi. Büyük Patlamayla ilk vücuda gelişim arası benim kör noktam! Bu konuda yüzlerce teori var. O teorileri beğenmiyorsan dinsel cevaplara kulak verirsin. Artık ilk olarak maymun muyduk, yoksa Âdem ile Havva’nın çocukları mıyız, ona sen karar verirsin.

– Bu anlattıklarından çoğu bana çok saçma geliyor. Peki, sen bunlara inanıyor musun?

–  Credo quia absurdum!

– Bu ne demek?

– İnanıyorum. Üstelik saçma olduğu için inanıyorum.

Yorum, görüş ve önerileriniz