– Tertul… Büyük patlamadan sonra devam edecek olursak? Ama zamanda sıçramalar yapmadan, ağır ağır giderek…

– Üstad, hız; zamanla ilgili bir şey! Biliyoruz… Ve elbette ki mekânla… Bir töz olarak şahitliğimin ardından birçok gezegenle birlikte Dünya da oluştu. Konuyla ilgili teorilere göre ağır metallerin kaynadığı bir ateş topu halindeyken milyonlarca yıllık zaman dilimi içinde soğuma başlamış ve yer kabuğu oluşmuş. Evrime göre tek hücrelilerden çok hücrelilere, sudan karaya geçiş de milyonlarca yıl almış. Kutsal kitaplara göre Tanrı evreni altı günde yaratmış. Tabii bu altı günün bildiğimiz türden gün olmadığı da söyleniyor; “Tanrı’nın altı günü!” deniyor. Sonra da cennette yaşamak üzere, adeta numunelik yarattığı Âdem ile Havva’yı, yasakları çiğnedikleri için Dünya’ya gönderiyor. Bilimle dinin işaret ettiklerinden yola çıkarak ortaya karışık bir şeyler söyleyecek olursak, yerkürede yaşamın başlamasıyla, insanın Dünya’da dolaşmaya başlaması arasında çok uzun bir zaman dilimi, ara var. Bu arada yaşayan ve fizik olarak en güçlü olan canlılar dinozorlardı ve iddiaya göre bir göktaşının Dünya’ya çarpmasıyla birlikte yok oldular. Ama hamam böcekleri bu çarpmadan etkilenmedi!

– Hep böyle yapıyorsun! Çok teferruata giriyorsun. İnsanlık tarihine geçecek olursak…

– Peki, dediğin gibi olsun… Düşüncenin etkili olmaya başladığı antik çağdan sonrasını anlatayım. Sana ateşin kullanılmaya başlamasını, yiyeceklerin pişirilmesini, tekerleğin icadını, avcı toplayıcı toplumların üretim biçimi ile üleşim sistemini anlatacak olursam, hakikatten uzatmış olurdum.

– Aman, lütfen!

– İnsanların doğanın nasıl meydana geldiğini merak edip sorgulamaya başlaması, antik çağla birlikte mümkün olabilmiş. Ondan önce mitler var. Yani mitoloji. Buna, Batının egemen düşüncesinin dayattığı genel bir kabul ediş de diyebiliriz. Antik çağ filozofları doğaya kulak veriyorlar, vermekle kalmayıp insanlığın da kulak vermesi gerektiğini söylüyorlardı. Doğayı bir varlık olarak görüyorlardı. Ana maddesinin su, hava, ateş veya başka bir madde olduğunu dile getiriyorlardı. Daha da önemlisi doğadan çok şey öğrenebileceğimizi iddia ediyorlardı. Nitekim insanlar, doğadan çok şey öğrenerek bilime ulaştılar. Geliştiler, ilerlediler. Ama bazen, çıkarları gereği doğadan öğrendiklerinin tersini yaptıkları dönemlerde doğa, insanlığa bahşettiklerini geri almasını bildi. Doğanın bir aklı, bir planı olduğunu söyleyen Yunan filozoflarının dediklerinin felsefi anlamda ispatlandığını söylemek yanlış olmaz. Aslında doğa bizimle konuşuyor… Tabii onun ne demek istediğini merak edersek ancak, onun dilini anlarız! Eğer doğanın bize söylediğini anlayabilirsek, onun, “Beni kendi kafanıza, çıkarlarınıza göre değiştiremez, beni işgal edemez, yok sayamazsınız. Benimle uyum içinde olun!” dediğini anlarız.

– Hımm… İnsanlık tarihini, onun doğa ile ilişkileri açısından anlatmaya başladın, ha?

– Öyle denebilir. Tabii, bu arada doğayı da doğanın bir parçası olan diğer insanları da önemsemeyen anlayış, devlet olup karşımıza çıkmaya başladı. İnsanlar, ordular kurup, ormanları yakarak, hayvanların yaşam alanlarına tecavüz ederek, yetinmeyip birbirlerini katlederek yaşamaya başladılar. Böylece doğayı hiç anlamadıklarını göstermekten çekinmediler. Bu pervasızlıklarını, “Tarih yazıyoruz!” diyerek ulvi bir amaçla süsleyip sunmaya çalıştılar.

– Tarih yazmak ulvi bir şey mi?

– Herhangi bir şekilde bir arada bulunan topluluğu yönetenler, yani devlet, yönettikleri geniş kitleleri, yani halkları kendi çıkarları için nasıl kullanabilirler? Düşman yaratarak, savaşarak, fetih bilinci aşılayarak!

– Güzel tespit… Sonra?

– Antik Yunan’da doğa insan ilişkilerini sorgulayan bir süreç yaşanırken,  onların yaşadığı dönemden bin yıl kadar önce Dünya’ya geç yayılacak ama binlerce yıl etkili olacak bir din ortaya çıkmıştı. Önceleri İsrailoğulları arasında etkili oldu. Matematik, özel olarak geometri, astronomi ve coğrafya gibi bilimlerde, Antik Yunan’dan bile çok ileride olan bir coğrafyada doğan Musa, kendi döneminde, dininin sadece İsrailoğullarını kapsıyor olması nedeniyle olsa gerek Hristiyanlığın yayılma hızına ve insanlık üzerindeki etki düzeyine ulaşamadı. Ama İsa’nın doğumuyla birlikte, Eski Ahit, Hristiyanlar için de önemli bir kaynak olmaya başladı. Ardından İsa’nın söylediklerini havarileri yeni bir kitapta topladı. Ne öğrenecek, ne yapacaksak, artık doğadan değil, direkt Tanrı’dan, onun peygamberlerine gönderdiği kutsal kitaplardaki emirlerinden öğrenecek ve orada yazılanlara göre yaşayacaktık! Yani dinler böyle diyordu. İşte ben de tam bu tartışmaların ortasında, Dünya’ya “pat” diye düştüm. Daha önce evrenin yaradılışına bir töz olarak şahitlik etmiştim ama ilk kez bir beden içinde, zaman ve mekânın var olduğu bir yerdeydim ve elbette bu tartışmalara ben de katıldım. Sıkı tartışmaların yapıldığı, bir müddet önce aslanlara yem olarak atılan tek Tanrının varlığına inananların, iktidarı ele geçirip bu kez bunu reddedenleri yakmaya başladığı bu süreci “düşmüşlük” olarak niteleyenler oldu. Tanrı, insanlara, yani inanan insanlara, doğanın ta kendisi olarak kabul ettirildi. Onun buyruklarını iletenler de din adamları oldu.

– Osmanlının iki kez Viyana’yı kuşattığı süreç, Avrupa’nın aydınlanmaya başladığı döneme mi denk geliyor?

– Pek sayılmaz. Avrupa’da ortaçağ kapandıktan sonra, Rönesans yaşanırken, önce Muhteşem Süleyman kendisi ordunun başında Birinci Viyana Kuşatmasını gerçekleştirdi. Lojistik destek aksayınca geri çekildi. İkinci kuşatmanın başındaki komutan, Padişah Dördüncü Mehmet’in emriyle Merzifonlu Kara Mustafa Paşaydı. Bu kuşatma da başarılı olamadı…

– Susma, devam et… Sonra?

– Rönesans döneminde farklı doğa anlayışları öne çıktı. Mesela, azımsanmayacak sayıda ve kudrette, doğada birtakım gizil güçlerin olduğunu düşünenler vardı. Büyücülük bu nedenle bu dönemde revaçtaydı. Rönesans aynı zamanda değersiz metalleri simya yoluyla altına çevirmekle uğraştı. Bunların bilimsel olmadığını, kısa yoldan kendi çıkarlarının doruğuna ulaşmak için uydurduklarını fark ettiklerinde ki bu durumu, bu işlerle uğraşanlar, hepsi aynı anda elbette fark etmediler, bu kez bazıları teknolojiye yöneldi. Teknolojiye yönelmelerinin nedeni de yine, doğayı kontrol edip yönetmekti. Antik ve karanlık çağ diye nitelediğimiz ortaçağda bile insanlar doğaya göre hareket ederlerken, tabii ortaçağda doğaya göre hareket etmek kutsal kitapların emrettiği şekilde olmuştu, Rönesans’la birlikte insanlar, doğayla teknoloji vasıtasıyla inatlaşmaya başladılar. Doğadan bir şeyler alırlarken, doğaya karşılık vermeye, karşılık verebilmeleri için gereken cesaret ve güvene de yine bu dönemde ulaştılar.

– Nasıl yani?

– Birinci Viyana kuşatmasında Kanuni bir kenti fethetmeye çalışırken, tam da aynı yıllarda ve Viyana’ya yakın bir yerde Copernicus, Aristotales’in Dünya tasavvurunu yerle bir etmekle meşguldü. Ne ilginçtir ki, Hristiyanlıktan önce yaşamış olmasına rağmen kendi Dünya tasavvurunu Hristiyanlık âlemine kabul ettirmeyi başaran Aristo’yu, kiliseyi kızdırma pahasına reddetme ve kendi tasavvurunu kabul ettirme cesaretini, bir Katolik piskopos olan Copernicus gösteriyordu. Din ile bilim arasındaki çatışmada bilimin öne geçmesi, bir din adamı sayesinde gerçekleşiyordu.

– Dünya’da bu değişimler yaşanırken Osmanlı nasıl bir politika izliyordu?

– Osmanlı da doğayla ilgiliydi! Değişik diyarlar, kıtalar, coğrafyalar Osmanlı için de önemliydi. Önemsedikleri doğaya, teknoloji yoluyla değil, fetihlerle sahip olmak istiyordu. Padişahlar, fetihler için gerekli olan silahların geliştirilmesi haricinde teknolojiyi hiç önemsemediler. Bu düşüncemi Hazerfan Ahmet Çelebi’nin uçma isteğinin cezalandırılması ispatlıyor. Bir başka kanıt daha göstereyim; üstelik 20. asra az kala yaşanan…  Londra’dan sonra ilk metro İstanbul’da yapılacakken, devrin Şeyhülislam’ı, “İslamiyet’te diri diri toprak altına girmek günahtır!” dedi ve bu nedenle sadece Karaköy ile Beyoğlu arasındaki kısa mesafeli tünel yapılabildi.

– Benzer bir hikâye de benim aklıma geldi. Kraliçe Victoria, Sultan Abdülaziz’e, İstanbul’da açılan bir kilise nedeniyle, teşekkür mahiyetinde bir otomobil hediye etmiş. Aklımda doğru kaldıysa, Şeyhülislam Hacı Mehmet Refik Efendi, “Bu araba şeytan işidir!” diye fetva verince, arabayı Cankurtaran sahilinden denize atmışlar…

– Vay be… Osmanlı, yeni yüzyıla girildiğinde, Avrupa’nın orta çağını yaşıyormuş… Gerçekten de Osmanlı’da özellikle Tanzimat’a kadar, Tanrı buyruğu neyi gerektirirse o yapılıyordu ve aynı zamanda halkın nazarında halife olarak görülen padişah da Allah’ın yeryüzündeki temsilcisiydi. Şeyhülislam da perde arkasından karar veren dini şahsiyet misyonunu yüklenmişti. Fetihlerle hazine zenginleşiyor, mutmain olan paşalar, komutanlar ve dahi tüm askerler, ganimetlerden aldıkları pay oranında aynı zamanda fazlasıyla mutlu da oluyorlardı.

– Yani…

– Yanisi şu… İkinci Viyana Kuşatmasına dek Avrupa’da büyük değişimler yaşanırken, bilim öne çıkarken, laiklik konuşulmaya başlanırken, yani Avrupa aydınlanma sürecini yaşarken, Osmanlının önceliği kuruluşundan o güne dek hiç değişmedi, hep fetih oldu. Tabii İkinci Viyana kuşatmasıyla birlikte bir büyük imparatorluk, doğanın isteğinin hilafına aykırı davranışlarının sonucu olarak giderek gerilemeye başladı. Sonraki yıllarda “Hasta adam” ilan edildi.

– Anladım Tertul, sağ ol!

 

Yorum, görüş ve önerileriniz