Yıllar içinde insanların yemek alışkanlıkları değişti. Yeme – içme kültürü bambaşka mecralara evrildi. Bir yandan tarım sektörünün yaşadığı sorunlar, diğer yandan nüfusu her geçen gün artan yaşlı gezegenimizin kronik gıda yetersizliği sorunu ve yer yer baş gösteren açlık tehlikesi gelecek için kara bulutları işaret ediyor.

Dedelerimizden, ninelerimizden miras kalan doğal, temiz, sağlıklı ve adil tarım ve hayvancılık ürünleri yerini konvansiyonel tarım teknikleri ve laboratuvar destekleri ile oluşturulan ürünlere bıraktı.

İnsanlar artık her konuda yüksek tempolu ve hızlı yaşıyorlar. Bu gerçek, yemek kültürünü ve çeşitliliğini de farklılaştırdı. Dünyanın hemen her yerinde geleneksel, yöresel sağlıklı gıdaların yerini, nitelikleri tartışılan özelliklere sahip yeni nesil gıdalar aldı. Fast Food anlayışı ile üretilen yiyecekler bunun en çarpıcı örneği…

www.fethiyedays.com (Fethiye’deyiz 😊) blog dergimizde son zamanlarda geniş kitlelerin ilgisini çeken Slow Food akımı ile ilgili bir şeyler yazma ihtiyacı doğunca, “4 Şubat Dünya Çorba Günü” için yapılan etkinliğin emek verenleri ile buluşup, bir söyleşi yapmak ve kaynağından bilgiye erişmeyi istedik.

Blog dergimizin çevre sayfası yazarı; Fethiye Slow Food birliğinden Görkem Göktaş’ın ve gurubun etkin üyelerinden Günnur Başar ile Yaşın Arslanoğlu’nun katıldığı söyleşiden çok keyif aldığımı söylemeliyim. Birliğin bir destekçisi – katılımcısı olmaktan da çok mutlu olacağım. Umarım siz de bu güzel akıma desteğinizi esirgemezsiniz…

NACİ DİNÇER:  Kaynaklarda Slow Food felsefesinden “Hızlı, ayaküstü yemek alışkanlığına (Fast Food) karşı alternatif olarak geleneksel ve yerel yemek ve yeme biçimlerini, yerel ekosistemlerin özelliklerini korumayı teşvik eden hareket” olarak söz ediliyor. Bu hareket Türkiye’de de giderek gelişiyor. Slow Food’un tanımı ile başlayalım mı? Nedir Slow Food? Bu akım nasıl başladı ve gelişti?

YAŞIN ARSLANOĞLU: Slow Food 1986 yılında İtalya’da aşk merdivenlerinin orada bir grup sosyalist sosyoloji mezunu genç adamın düşüncelerinin etrafında şekillenmiş. O aşk merdivenin karşısında ünlü Mc Donalds’ın

“M” harfini görünce, “biz köklü bir yemek kültürü olan bir ülkede yaşıyoruz.  Bu “M”nin bizim coğrafyamızı işgal etmesi iyi bir şey değil. Buna karşı koyacak kendi gıda kültürümüz varken neden gelişmesine imkân tanıyalım?  Tam aksine, karşısında olmamız çok mantıklıdır” diyorlar ve böylece bu düşüncenin etrafında bir hareket çok süratli bir şekilde gelişiyor.

O zaman; 1986’nın İtalya’sında yerel yönetimler, medya, yerel basın bu hareketi destekliyor. Bazı gıda kulüpleri var, bunlar da orada anneanne babaanne tarifleriyle geleneksel gıdayı yapıp uyguluyorlar. Hatta uzun masalarda yemeğe oturup, değerlendirmekten zevk duyan bir arkadaş grubu da bu etkinliği sürdürmeye niyetleniyorlar. Hareket böyle başlıyor ve süreç içerisinde çok gelişiyor. Ülke yönetimince de çok iyi karşılanıyor. 2009’da bu hareket İtalya’da The University of Gastronomic Science (Gastronomi Bilimleri Üniversitesi)’nin kurulmasına neden oluyor.

Ben bu hareketle 2009 yılında Tangör Tan isminde Türk vatandaşı bir genç bir delikanlı sayesinde tanıştım. Kendisi sözünü ettiğim Gastronomi Bilimleri Üniversitesini bitirip Türkiye’ye dönmüştü. Slow Food’un hikayesini o anlattı, biz de birinci ağızdan dinlemiş olduk. Üniversite öğrenimi sırasında grubun lideri olarak bilinen Carlo Petrini’nin etrafında örgütlenmişler. Tangör’ün anlattıklarından çok etkilendim ve harekete ilgi duydum. Şimdi düşünüyorum, keşke liseyi bitirmek üzere olan öğrencilerin İtalya’daki Gastronomi Bilimleri Üniversitesine gidebilmeleri, Tangör gibi orada eğitim almaları ya da orada staj yapabilmeleri için gençleri özendirebilsek ve yardımcı olabilsek…

NACİ DİNÇER:   Slow Food akımı kaç ülkede ve bu ülkelerde yaklaşık kaç gönüllü birlik oluştu?

YAŞIN ARSLANOĞLU: İtalya dışında 200 kadar organizasyon var. 100 kadar ülkede bu organizasyonlar Slow Food birlikleri olarak anılıyorlar.  Bizim ülkemizde de 35 dolayında gönüllü birlik oluştu. Muğla’da 10 kadar birliğimiz var. Fethiye’den başvurumuz da kabul edildiği için biz de birlik olarak etkinlikler düzenliyoruz.  Her kurulan birlik bulunduğu ilin ya da ilçenin ismini alarak anılıyor.

NACİ DİNÇER:   Organizasyonun yapısı hakkında da bilgilendirir misiniz?

YAŞIN ARSLANOĞLU: Slow Food kurumsal yapıya çok uygun değil. Bir dernek oluşumunu da tercih etmiyorlar. Tamamen gönüllü birlikleri olarak çalışmak istiyorlar. Fakat bir sıkıntı var;  o da bir kurumsal yapımız olmazsa yapılan harcamaları gelirleri giderleri resmi olarak gösteremiyoruz. İstanbul’da 2009 yılından 2019 yılına kadar 10 yıllık bir süre benim de içinde olduğum organizasyonda büyük bir sponsorumuz vardı.  Sponsorun desteği dışında gönüllerimiz de genellikle kendi ceplerinden harcıyorlardı.

NACİ DİNÇER:  İstanbul’da ses getiren bir çalışmanızı duymuştum.

YAŞIN ARSLANOĞLU: Evet, kendi grubumuzu “fikir sahibi damaklar“ olarak adlandırmıştık. İstanbul’da 22 santimden daha küçük boyuttaki lüferin avlanmaması için verdiğimiz mücadelede bilim insanlarıyla ortaklaşa çalışmıştık ve başarılı olmuştuk. Bilimsel olarak lüferin yumurtlama zamanı boyu 24 santime ulaştıktan sonradır. Eğer ondan önce avlarsanız neslinin tüketmesine neden oluyorsunuz.

NACİ DİNÇER:  Slow Food felsefesini tanıtmak için ne tür etkinlikler önerirsiniz?

GÜNNUR BAŞAR: Slow Food kültürel yönüyle de çok iyi bilinen bir etkinlik. Biraz Amerikan kültüründen esinlenerek, Dünyanın her yerinde bazı etkinlikler düzenleniyor. Bu Fast Food’a karşılık gelen bir çalışma gibi düşünülebilir. Biz, yemeklerimiz tıpkı büyüklerimizin, anneannelerimizin yaptığı gibi olmalı; yerel lezzetlerden, doğal üretilmiş ürünlerden yapılmalı diye düşünüyoruz. Yemekler sağlığın ve kültürün bir parçasıdır. Onun için ciddiye almak, ne yediğimizin farkında olmak gerekiyor. Eğer bunu bir proje gibi düşünürsek; temiz ve adil üretimin sürmesini sağlamak için mevcut sıkıntıları çözmek ve üretimi güçlendirmek misyonu ile ortaya çıkıyoruz.

NACİ DİNÇER:  Bazı yerel, ulusal ve uluslararası organizasyonlar da “yerel gıda, doğal gıda, atalık tohum” gibi konularda üretici ve tüketiciyi destekleyen çalışmalar yapıyor. Bu organizasyonlar Slow Food hareketi ile birlikte değerlendirilebilir mi?

GÜNNUR BAŞAR:  Evet, birbirini destekleyen organizasyonlar olarak değerlendiriyoruz. Örneğin, Fethiye Ata

Tarımsal Kalkınma Kooperatifi ellerinden geldiği kadar ata tohumu ve atalık ürünleri değerlendirmek için çaba harcıyorlar. Temiz, adil ve sağlıklı gıda konusunda birlikte yol alan oluşumlarız.

NACİ DİNÇER:  Dünyanın en büyük tur operatörlerinden TUİ’nin “Fethiye Lezzeti” projesi vardı. Yerel üreticileri ve yerel üretimi destekleyerek, kendi çalıştıkları otellere yerel üreticilerden alınan yerel üretimlerin kullanılması için projeyi geliştirip, uygulamışlardı.  Bu projenin de sizin düşüncenizle örtüştüğünü düşünüyorum. Ancak ben üreticiyi yerel ve doğal üretime özendirmek ve ürün geliştirmek konusundaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum.

GÜNNUR BAŞAR:  Eğer talep olursa o zaman üreticiler doğallıkla daha fazla talep edilen ürünü üretmeye başlayacaklardır. Bununla ilgili yaşanmış birçok örnek var önümüzde…

GÖRKEM GÖKTAŞ: Birkaç sene önce Fethiye Gıda Topluluğunda birçok çalışma yapıldı, bir farkındalık oluşturuldu. İnsanlar temiz ve adil gıdaya ulaşmak için çaba sarf ettiler. Üreticiler de talepleri karşılamaya çalıştılar. Tamamen gönüllülerin çabasıyla oluşan bir organizasyondu.  Slow Food bir yandan daha fazla ürünü tanıtıp teşvik ediyor diğer yandan küçük işletmeleri de cesaretlendirerek turizme farklı bir açıdan da yaklaşıyor.  Bu nedenle, çeşitli konularda çalışan yerel dernekler ve gıda toplulukları Slow Food ‘la birlikte ortak çalışmalar yapabilirler. Fethiye’nin turizm açısından bunun çok yararlı olacağını düşünüyorum.

NACİ DİNÇER:  Öğreticiyi nasıl özendirip nasıl cesaretlendireceğiz bu konudaki önerilerinizi alabilir miyim?

GÜNNUR BAŞAR:  Üretici açısından kooperatifler, pazarlar ve bir sürü birlikler var. Örgütlenme konusunda çok büyük sorun yok. Fakat onların da asıl amacı ürettiklerini satabilmek. Burada asıl önemli olan: alıcının olması. Eğer d tüketiciyi daha fazla bilgilendirip, bilinçlendirebilirsek talebin de artmasını sağlamış oluruz.

Bir örnek vermek istiyorum: şu anda bulunduğumuz çevrede bile birçok insan kafeteryalarda oturduğu yerde çay içiyor ve fastfood gıdalarla besleniyor.  Oysa biz birbirimizi geliştirebilmiş olsaydık bu manzara çok daha farklı olurdu. İnsanlar geleneksel besinlere ulaşabilirlerdi ve karınlarını onlarla doyurabilirlerdi.  Geçmişte “Dünya Çorba Günü”nde burada yaptığımız bir etkinlik oldu ve çok ilgiyle karşılandı. Bunu bir örnek olarak düşünüyorum.  Bu tür etkinlikler sürekli yapılabilse, insanlar belki de Fast Food alışkanlıkları yerine çorba ile normal yemeklerle karıların da doyurmuş olacaklardı.

NACİ DİNÇER:   Slow Food anlayışını yaygınlaştırmak ve geliştirmek için eskiden yaptığımız gibi; doğrudan üreticilere gidip, adil gıdayı, temiz gıdayı, iyi gıdayı şöyle üretin diye bir sürü çalışmalar yapmak yerine, doğrudan tüketiciyi bilinçlendirerek onların talebini arttırarak üreticiyi etkilemek daha başarılı bir yol olur. Doğru mu anlıyorum?

GÖRKEM GÖKTAŞ:  Biz zaman içinde geleneksel yemek kültürümüzü kaybettik. Bu kültür farklı bir yöne evrildi gitti. Yeniden eski alışkanlıklarımızı ve eski kültürümüzü geri kazanmamız gerekiyor. Aslında yapılacak olan çalışmanın stratejik planı bunun üzerinde kurgulanmalı. Eğer bunu başarabilirsek, bir sistem şeklinde herkes eski yemek kültürüne ait ürünleri talep edeceği için ister istemez restoranların, otellerin kendi profilleri ve menüleri değişecek onlar da bu konudaki çalışmalara da doğrudan destek vermiş olacaklar. Bizim bildiğimiz geleneksel yemeklere geleneksel ürünlere dönecekler. Dolayısıyla üreticiden de talebe uygun ürünleri temin etmeye çalışacaklar. Bu da bir zincir gibi birbirini destekleyerek gelişecek.

Üreticiler aslında iyi adil ve temiz gıdayı üretmek için istekli ama ekonomik şartlar ve öğrenilmiş çaresizlik nedeniyle şu anda güçlü bir şekilde bu konunun üzerine gidemiyorlar. İçlerinde Orhan Tatlı gibi sabırla ve istikrarla iyi ve temiz, adil gıdayı üretmek için çaba gösteren üreticiler de var. Bunların gittikçe sayılarını artacağını düşünüyorum diyor.

YAŞIN ARSLANOĞLU:  Sosyal medyayı iletişim için iyi kullanmamız ve insanlara ulaşmamız lazım. Sağlıklı, iyi, temiz gıdayı neden yememiz gerektiği konusunda mümkün olduğunca fazla ve sürekli bilgilendirme yapmalıyız. Bunun için birçok araç kullanılabilir, broşürler hazırlanabilir ya da etkinlikler düzenlenebilir. Şanslıyız ki, Günnur Hanım hekim olduğu için özellikle bu bilgilendirici metinlerin hazırlanması konusunda mutlaka yardımcı da olabilir.

GÜNNUR BAŞAR:  Bence önemli olan doğrudan bilgi aktarımı değil. Çünkü insanlar hormonlu gıdaların ya da kimyasallarla üretilmiş gıdaların insan sağlığına ve çevreye ne kadar zararlı olduğunu zaten biliyorlar ama ekonomik nedenlerle ya da diğer sosyal nedenlerle bu ürünleri kullanmaya devam ediyorlar. Bence konu biraz daha farklı.  Alışkanlıklar üzerinde gitmemiz lazım. Yani her şeyi bilmesine rağmen, gidip bir marketten bu tür gıdaları alıyorlar. Hayatın temposu çok hızlandı. Şu anda Fast Food’un bu kadar gelişmesinin nedeni de aslında ekonomik hayatta yaşanan hız. Hayat böyle hızlı olduğu için yemeklerde hızlanmış oldu. Şimdi bizim hayatımızı sağlık için yavaşlatmamız lazım.

Bu konudaki bilgilendirme ve bilinçlendirme çalışmalarını desteklemek için bazı etkinlikler yapmak gerekiyor. Örneğin: yöresel mutfakta gerçekten kolay hazırlanabilir örnekler seçilerek bunlarla ilgili özel günlerde özel sunumlar yapılabilir.  Yaşın Hanımın önerisi vardı, keşkek olabilir demişti. Keşkek çok geleneksel, belki daha yöresel bir şey bulunabilir.

YAŞIN ARSLANOĞLU:  Benim ailemin kökeni burası, Kayaköy.  Tarlada patlıcanları, domatesleri toplayıp, doğradıktan sonra sarımsak, soğan, biber ekleyip şakşuka gibi hemen pratik bir yemek yaparlardı ve çok keyifle yerlerdi. Hatta Reyhan da koyarlarmış. Bu, Fethiye’nin yerel üretimi. Belki de böyle bir yemek örnek olabilir.

NACİ DİNÇER:  Tam düşündüğümüz gibi üretim yapan, başını bu yola koymuş Orhan Tatlı gibi üretici arkadaşlarımız var. Diğer üreticilerle birlikte katıldıkları satış alanlarında, Pazar tezgahlarında onlara desteklemek için yapacağımız tanıtım çalışmaları ters etki yapıp, dışlanmalarına neden olur mu?

YAŞIN ARSLANOĞLU: Onları yeterince desteklediğimizi düşünüyoruz Daha fazlası zarar getirebilir. Zaten tarlalarının sınırı ve üretim kapasitesi belli. Daha fazlasına onları zorlayamayız. Başka insanları özendirmek için çalışma yapmak daha doğru olur. Onlar bizim gıda topluluğumuzun da üreticisi.  Pazara mallarını getirir getirmez de tükeniyor.

GÖRKEM GÖKTAŞ:  Mesela Orhan malını satıyor, gidiyor. Ama çevredeki üreticiler, satıcılar Orhan’ı gördükleri zaman tabii ki doğal olarak biraz daha özleniyorlar.  “Bizden niye almıyorsunuz? Bizden almanız için ne yapmamız gerek?” diye soruyorlar. Bazı üreticiler bu konu ile ilgili bilgi edinmek istediklerinde onlara yerel tohumu kullanarak nasıl üretim yapabileceklerini anlatıyorum. “Bir şey kullanmadan nasıl üretim oluyor?” diye soruyorlar. Ben de “maltlama yapıyoruz, yerel tohum daha güçlü ve daha dayanıklı oluyor, daha iyi verim alıyoruz” diye yanıtlıyorum ve bunun sonuçlarının da iyi olacağını, ekonomik getirisinin olacağını söylüyorum. “Seninkini asla tüketmeyiz ama sen bunu üretmeye kalkarsan emin ol çok daha fazla satış yaparsın” diye bu soruyu soranları cesaretlendiriyorum.  Ben de böyle bir yöntem izliyorum. Burada üreticilerle bu iletişimi kurmak çok önemli.  Doğal tarıma geçişin birdenbire olamayacağını, yavaş yavaş bu sürecin yaşanması gerektiğini de anlatıyorum.

GÜNNUR BAŞAR:   Örneğin: bildiği gibi, tonlarca konvansiyonel domates üretimi yapan bir üreticinin birdenbire bu sisteme geçmesi mümkün değil. Ama aslında çiftçilerin çoğu, bahçelerinde kendi tüketimleri için zaten doğal ve temiz gıdayı üretiyorlar. Onların pazarı sundukları konvansiyonel ürünlerde tabii ki kimyasallar, zehir var. Bizim aradığımız, istediğimiz üretim sonucunda elde edilmiş ürünler değil ama kendileri için kendi aileleri için gerçekten böyle bir üretim yapıyorlar. Şimdi bir de bunu değerlendirmek gerekiyor.

Çiftçi sürekli para kazanmak istiyor ama ona “o üretimi kes, öbürünü yap” deme şansımız yok. Temiz ve iyi gıdayı daha fazla üretmesi için, dolayısıyla mono üretimden çıkması için belki de onu özendirebiliriz. Yani konvansiyonel üretimi sürdürürken bir diğer yandan da pazara sunabilmek için doğal üretimi biraz daha fazlalaştırabilir.  Üreticilere görsel eğitim vermek en iyisi. Eğer ilgileniyorlarsa, onları iyi tarımı yapan insanların bahçelerine, tarlalarına götürüp nasıl üretim yaptıklarını göstermek ve sonuçlarını da onlara anlatmak lazım.  Halkımızda bir düşünce var ki, hiçbir zaman organik ve doğal üretimi yapan üreticinin ürünlerinin doğru olduğuna inanmıyorlar. Bu da ayrı bir sorun…

NACİ DİNÇER:   Türkiye’de ekonomik ve politik koşullar gereği oldukça büyük sıkıntılar yaşanıyor. Özellikle tarım sektöründe her şey neredeyse yok edilmeye doğru gidiyor. Ne dersiniz?

YAŞIN ARSLANOĞLU: On yıl kadar önceydi. Zamanın Tarım Bakanı Mehdi Eker yurt dışında bir konferansa gitmişti ve döndüğünde “Dünya Ticaret Örgütüne verdiğimiz söz nedeniyle, Karadeniz’de kendiliğinden yetişen fındık ağaçları sökülecek ve kivi yetiştirilecek” bu ülkenin 80 milyon insanına bilgi verdi.  Yani, Dünya Ticaret Örgütü’ne fındık üretimi neredeyse düşürmek ve sınırlandırmak için bir söz vermişiz biz. Bu tabii siyasal bir karardı ve fındık üreticisini oldukça göç durumuna bırakmıştı. Biz de o zaman ülke politikalarının, tarım politikalarının nelerle ve nelere bağlı olarak yönlendirdiğini anlamış olduk.

GÖRKEM GÖKTAŞ:  Dünyanın birçok ülkesinde tarım ve hayvancılıkta benzer durumlar yaşanıyor. Bilmem duymuş muydunuz? Hollanda’da geçtiğimiz aylarda büyükbaş hayvancılığın ortadan kaldırılması kararı alındı. İklim değişikliği ve karbon salınımı bu karara gerekçe gösterildi.

GA: Bu dönemde kapitalizm de çıkmazda. Amerika dahil bütün ülkelerde enflasyon var. Paranın gerçek değerini bilemiyoruz. Bitcoin gibi alternatif dijital para birimleri de bu nedenle üretildi. Aslında her sektörde mevcut sistemin alternatifleri oluşuyor, yalnızca ekonomide değil. Örneğin benim içinde bulunduğum sağlık sektöründe de klasik tıbba alternatif tıp çözümleri ve tamamlayıcı sistemler oluşturuluyor. Gıda sektöründe de alternatiflerin oluşması gerekiyor. Elbette konvansiyonel tarımı yok edemeyiz ama insanların tercih şansı olmalıdır. Daha fazla emek vererek belki de daha iyi beslenmeyi seçebilirler.

GÖRKEM GÖKTAŞ:  Bir süredir doğal ürünlere ilgi çok arttı. Muğla’da tıbbi aromatik bitkilere çok fazla talep oluştu. Bunun sonucunda bazı kurumlar ve yerel yönetimlerin çiftçilere destekleri ile tıbbi aromatik bitkilerin üretiminde yeni alanlar ve artışlar oluştu. Bunun da belirli sınırlar içerisinde ve planlı olarak sürdürülmesi yararlı olacaktır.

İyi ve sağlıklı üretimin sürdürülebilmesi için üretici ve tüketici arasında güven ilişkisinin kurulmasını önemsiyorum. Üretici ile tüketicinin tanışması ve tüketicinin hangi üreticinin ürününü aldığını bilmesi gerekiyor. Üretici de bu yolla tüketicinin taleplerini öğrenip, karşılayıp, karşılayamayacağı konusunda bir fikre ulaşır.

NACİ DİNÇER:  Dünya Çorba Gününde yaptığınız etkinliği de konuşalım mı? Kimin fikriydi bu?

YAŞIN ARSLANOĞLU: Slow Food’un fikriydi bu. Dünya çapında bir hareket; 29 Nisanı Slow Food’un ana ilkelerinden ayrılmaksızın “Dünya Çorba Günü” olarak ilan etmişler. Bulunduğumuz bölgedeki market reyonlarında ve pazarlarda satılmamış ve kullanılabilirliği son aşamasına gelmiş, terk edilmek üzere olan gıdalar toplanarak böyle bir etkinlik için kullanılıyor. Böylece israfı da önlemek amacıyla da hareket ediliyor.  Çoğunlukla gençlerin hazırlayıp sundukları çorbalar eğlenceli bir şekilde yöredeki insanlara sunuluyor ve böylece bir farkındalık oluşturuluyor.

NACİ DİNÇER:  29 Nisan günü dışında da bu türden etkinlikler düzenleniyor mu?

YAŞIN ARSLANOĞLU: Elbette, buna benzer takvimli etkinliklerimiz var. Örneğin: her yıl 10 Aralıkta “Terra Madre – Toprak Ana Günü” etkinliği düzenleniyor. Gıda topluluklarının ve üretim geleneklerinin çeşitliliğini vurgulamak amacıyla, 2009 yılından bu yana ve küresel boyutta ancak yerel imkanlar ve farklılıklarla kutlanan bu etkinlikte, yerel ürünlerden hazırlanmış yiyeceklerin yer aldığı uzun bir masa etrafında toplanıp, güzel sohbetlerle keyifli bir gün geçiriliyor. Carlo Petrini’nin Slow Food’a kazandırdığı en önemli alışkanlıklardan biri: “eğlencesi olmayan hiçbir gurup çalışması uzun soluklu olamaz” düşüncesiyle organizasyonlar yapmaktır. 2009’dan bu yana bu hareketin içindeyim. Ayvalık’taki ot festivallerine İstanbul’dan arkadaşlarımla birlikte katılır ve bir tarlanın içinde kurulan o uzun masanın etrafında yeni arkadaşlarla tanışır, hoş sohbetlerden keyif alırdık. Buna benzer etkinlikleri burada da, yerel ürünlerimizle yapmayı istiyoruz.

GÖRKEM GÖKTAŞ:  Çorba günü etkinliğimizi yaptıktan sonra iki hafta geri dönüş oldu. Pazardaki satıcılar bizi arayıp, “elimizde kalanları ne yapalım, bu hafta gelip almayacak mısınız?” diye sordular. Üreticilerden böyle bir talebin gelmesi, bir farkındalık oluştuğunu gösteriyor.

GÜNNUR BAŞAR:  Yalnız üç – beş gönüllü ile bu işi sürdürebilmek gerçekten de çok zor. Çünkü çok fazla emek ve zaman harcamak gerekiyor. Ayrıca taşıma ve üretim için de araç –  gereç ve gönüllü desteğine ihtiyaç oluyor. Ayrıca etkinliği düzenlemek için de Bahriye Üçok Parkı gibi mekanlar daha fazla insana ulaşmak için ideal yerler. Bu konuda destek alabilirsek, burada vakit geçirenlere bir tas çorba ikramında bulunabilir ve etkinliğimizin amaçlarını anlatabiliriz.

NACİ DİNÇER:  Fethiye Slow Food gurubu ve hareketi nasıl geliştirilebilir? Bu konuda neler öneriyorsunuz?

GÖRKEM GÖKTAŞ:  Özellikle gençlerin Slow Food hareketine kazandırılmaları gerekiyor. Biz etkinliklerimizi gençlerin ilgisini çekecek şekilde planlayabiliriz. Üniversitenin Gastronomi ve Turizm bölümlerinde okuyan öğrenciler ve öğretim üyeleri ile iletişim kurabiliriz. Üniversitede de farkındalığı arttırmak için etkinlikler düzenleyebiliriz.

YAŞIN ARSLANOĞLU: Okullarla iş birliği çok önemli. Liselere de tanıtım için gidebiliriz. Bunun için İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ile bir çalışma planlanabilir.

GÜNNUR BAŞAR:  Slow food tamamen gönüllü hareketi olarak değerlendiriliyor. Hiçbir kurum ve kuruluşun bünyesinde çalışmak mümkün olamıyor. Bu nedenle çok hızlı gelişmesini bekleyemeyiz. Zamanla gönüllü sayısı da artacaktır.

NACİ DİNÇER:  Bu sohbetin sonunda ben de kendimi bir Slow Food gönüllüsü olarak ilan edebilirim. Bu güzel söyleşi ve verdiğiniz emekler için size çok teşekkür ediyorum. Umarım kartopu gibi zamanla büyüyen ve gelişen bu akım, iyi, sağlıklı ve adil gıdanın üreticisine de tüketicisine de yararlar sağlar…

Yorum, görüş ve önerileriniz