İnsanlar, tüm tarih boyunca yaşadıklarını iki farklı felsefi temelde yorumladılar: İdealist bakış ve materyalist bakış. İdealist, en ideali arama bulma anlamının çok üzerinde maneviyatın maddiyattan önce geldiğini kabul edenlerin bakıştır. Dini inançlar idealist felsefe ile güç kazanır. A priori (doğuştan gelen) bilginin önemine vurgu yapar. Materyalist bakış, adı üzerinde maddeci bir bakışı tanımlar. Deneye önem verir. Elle tutulup gözle görülmeyen veya deneylerle ispatlanmayan her şeyi yok kabul eder. Ancak yaşamı böyle yorumlayanlar yani materyalistler, sosyal olayları da Newton’a ithaf edilen cümlede olduğu gibi “Kafamıza elma düştü, o halde yer çekimi var” diyerek, fiziksel deneylerle, sosyal psikolojiden kopuk şekilde yorumlamaya başladıklarında yanıldıkları ortaya çıkar. Karl Marks’ın, Hegelci idealizmin temelini oluşturan diyalektiği, kendi deyişiyle başüstü durma halinden ayakları üzerine oturtması da “materyalistim” diyenlerin yanlışlarını düzeltmeye pek yetmediği iddialarının ciddiye alınması doğru olur. Sosyal olanların psikolojisi dikkate alınmadan sosyal olayları yorumlamak havada kalır.
Günlük Müstehcen Sırlar
Bu durumu analiz ettiğimde aklıma Günlük Müstehcen Sırlar isimli tiyatro oyunu geldi. Fethiye’nin her tiyatro meraklısının tiyatro çalışması yaptığı bereketli bir sanat ilçesi olduğu düşünüldüğünde bu oyunun da bir gün burada sahnelenmesini bekliyorum. Ülkemizde gösterime giren bu oyunda, Şili Santiago’da kızlar okulunun yanındaki parkta karşılaşan iki teşhirci adamın, birbirleriyle egoları ve felsefi teorileri hakkında söz düellosuna girmeleri komedi şeklinde sahneleniyor. Aralarındaki diyalog ilerledikçe bu iki adamın Sigmund Freud ve Karl Marks olduğu, ya da o iddiada oldukları anlaşılıyor. Latin Amerikan Tiyatrosu’nun son yıllardaki en etkileyici oyunlarından Marco Antonio De Parra‘nın ‘Günlük Müstehcen Sırlar’ oyununda yaşamı yalnızca bireysellik yönünde değerlendiren Freud ile hayata salt toplumcu gözlüklerle bakan Marks’ ın kurdukları ilişkide yaşanan değişim irdeleniyor. Yani bizim ülkemizde iki kuşak arasında yaşanan durumun aynısı. Dünün sadece “toplumcu” gençleri ile bugünün sadece “bireyci” gençlerine, Marks ve Freud’un kimlikleri üzerinden kendileriyle yüzleşme fırsatı sunuluyor.
Ne yapmalı?
Dünün toplumcu gençleri ile yine o kitlenin “bugünün bireyci gençleri” olarak (genellikle) tanımladığı kitlenin bir araya gelmesi pek kolay olmuyor. Her iki kuşaktan da bugün yaşananlara duyarlı olanlar bu duyarlılıklarının sosyal medya dışına çıkabilmesini sağlayamıyor. Yani toplumun dinamikleri içinde azınlıkta kalıyorlar fikrini adeta doğruluyorlar. “Azınlık” ve “çoğunluk” terimleri elbette görecelidir, değişkendir. Ama görece durağandır da… Değişimin bugünden yarına “hemen” olması mümkün değildir. O zaman gündeme hiç dilimizden düşürmediğimiz “ne yapmalı” sorusu geliyor.
Azınlıkta kalanlar ne yapmalı?
Bu sorunun cevabını sosyal psikoloji veriyor.
“Azınlıkta kalan fikirlerin veya alt grupların:
1. Tutarlı ve istikrarlı kaldıkları görülürse,
2. Görecekleri zararı göğüsleyebileceklerini görürlerse,
3. Gizli saklı işleri (hesapları) olmadığı, yani özerk oldukları görülürse,
4. Tartışmada esnek davrandıkları görülürse,
içinde bulundukları grubu (toplumu) etkiledikleri görülmektedir.” *
*Prof. Dr. Sibel Arkonaç