İspanyol multi enstrümanist müzisyen Efren Lopez’le, iç dünyasını çevreleyen, dünyanın dört bir yanından keşfettiği ve onu besleyen müzikler üzerine konuştuk. Albümlerini dinlerken yaşadığımız yolculuğu, sorularına verdiği cevaplarda da yaşadık: Girit’ten Avrupa’ya, Afganistan’dan Orta Doğu’ya seyahat ettik. Sanata, sanatçıya, yeni dünyada değişen müzik algısına nasıl baktığını anlatırken Lopez, müzik adına aklımızda yeni sorular ve cevaplar doğuruyor.

Türkiye’de yeni zeybek üretiminin neredeyse birkaç kişiyle sınırlı olduğunu bildiğimden olsa gerek, ilk sorum Kurtoğlu Zeybeği ile ilgili olacak Efren. Kurtoğlu Zeybeği nereden çıktı? Nedir hikâyesi?

Etkilendiğim geleneklere bir şeyler eklemek adına, hocalarımdan enstrümanlar üzerine öğrendiklerimi kullanarak kendi bestelerimi yapıyorum, Kurtoğlu Zeybeği’nde bu enstrüman bağlama. Demek istediğim, bu geleneklerden sadece almak yerine bir şeyler de ben sunmak istiyorum. Bu eserde bana kendi tarzlarında bir şeyler öğreten ve beni etkileyen hocalarımı (Ross Daly, Erol Parlak, Mehmet Erenler, Erkan Oğur…) takdirle anmak istedim.

Yunanistan’daki yeni zeybek beste üretimiyle Türkiye’deki güncel zeybek beste üretimini karşılaştırdığımızda Türkiye’de birkaç sanatçı dışında yeni zeybek besteleyen müzisyen yok gibi. Sence birbirine komşu, çok benzer özellikler sergileyen bu iki toplum arasındaki bu fark nereden kaynaklanıyor olabilir?

Türkiye’deki geleneksel müzik sahnesini bir fikir sahibi olacak kadar takip etmiyorum, ama daha iyi bildiğim bölgeleri düşündüğüm zaman, mesela İspanya gibi, geleneksel repertuar o kadar güçlü ve engin oluyor, toplumun hislerini o kadar iyi yansıtıyor ki insanlar yeni şeyler üretme ihtiyacı hissetmiyor.

Yine de, bir müzisyeni “sanatçı” yapan şeyin, onun özgün ve yaratıcı olma yetisi olduğuna inanıyorum. Doğaçlamaya dayanan müzikal geleneklerde bu yaratıcılık, müzisyenin eski kompozisyonları çalma şeklinden beslenebilir, yani o kompozisyonları nasıl süslediği, nasıl yorum kattığı gibi.

Girit ve diğer Yunan adalarının müziği, Anadolu müziği, Orta Çağ müziği, Afgan müziği, doğaçlama müzik ve daha pek çokları… Müziğin sınırsızlığının vücut bulmuş hâli diyebiliriz herhalde sana. Bugünlerde daha çok müzikal olarak neye, söz gelimi hangi coğrafyaya yoğunlaştın?

Orta Çağ Avrupa müziği ile ilgilendiğim zamanlarda doğaçlama yetilerimi geliştirmek istedim ve o zaman Doğu Akdeniz müzikleriyle ilgilenmeye başladım. İlk önce Girit müziğinden haberim oldu ve Girit müziğine o an âşık oldum. Daha sonra bu müziğin nerden geldiğini, köklerini araştırmaya başladım ve böylece diğer Yunan müzikleriyle tanışmış oldum. Devamında bir müzik çeşidi beni bir başkasına yönlendirdi ve her zaman birbirleri arasındaki etkileşimleri görmeye çalıştım: Yunan’dan Türk’e, sonra Arap ve Fars müziğine, sonra Afgan’dan Hint’e.

Eğer bu gelenekler arasındaki yolun izini sürmek isterseniz asla büyük bir açıklık ya da bir boşluk bulamazsınız. Hepsi birbirine devamlılık katan pek çok açıdan bağlı.

Kendi yaptığın müziği son dönemde en çok hangi müzik coğrafyası etkiliyor?

Orta Çağ Avrupa müziğinden ve pek çok Avrupa geleneklerinden (İspanya, Fransa, İskandinavya) Doğu Akdeniz (Yunan ve Türk), Kürt, Farsi ve Afgan stilleri.

Rebap ve Daud Khan ile nasıl tanıştınız?

Bir defasında eski rebab kayıtları dinlemiştim ve sesinden tamamen büyülenmiştim. Ama enstrümanın nasıl göründüğüne dair fikrim bile yoktu. Galiba 1999 yılıydı, İspanya’da çalışan Hintli müzik öğretmenim Sazed Ul Alam, İspanya’ya gelecek bir Afgan müzisyen (Daud Khan) ile çalışacağını söyledi ve benim konserde soundu yapmamı istedi (Ben aynı zamanda ses mühendisiyim.).

Soundcheck esnasında beğendiğim enstrümanın o olduğunu keşfettim ve Khan’a rebabı nerden alıp çalışabileceğimi sordum.

O zamanlar Avrupa’da rebap bulmak çok zordu ve yıllar boyunca Avrupa’nın pek çok yeriyle ve ABD’yle telefon görüşmesi yapmam gerekti. Ama en azından bu müzik üzerine öğrenmiş ve çok daha güzel enstrümanlar keşfetmiştim. Daud Khan’dan öğrenmeye devam ettim ve İspanya’da onun için atölyeler organize ettik. Şimdi burada çok sayıda rebap icracısı var. Rebap, konserlerimde ve kayıtlarımda ana esntrümanlardan biri.

Pek çok enstrüman çalıyorsun. Bu kadar enstrüman çalabilen bir müzisyen olarak kimi zaman senin bir müzik dâhisi olduğunu düşünüyorum. Hâlen denemediğin ama denemeyi düşündüğün enstrüman var mı yeryüzünde?

Evet, elbette, henüz çalmadığım ve çalmak istediğim pek çok enstrüman var. Mesela Hindistan’ın ‘ruda veena’sı; İranlı Kürtlerin tanburu. Bu eğilimimi durdurmaya çalıştım, ama zamanla anladım ki, bu benim doğal mizacım. Kendimi enstrüman icracısı olarak bile görmüyorum, onun yerine besteci/aranjman/yapımcı gibi görüyorum. Bu sebeple herhangi bir enstrümanın virtüözü olma konseptini geride bıraktım. Enstrümanları, anlatmak istediğim sahneleri bana ve izleyiciye ulaştırması için ses manzaraları yaratmak amacıyla birer araç ularak kullanıyorum sadece.

Bunun pratikte de sebepleri var aslında: 20 yıl önce pek çok enstrümanı çalmak durumundaydım. Çünkü benim alanımda onları çalabilen kimse yoktu. Bu yüzden bu enstrümanları çalışmalarımın içinde kullanmak istiyorsam, mesela santur, hurdy gurdy ya da diğerleri, onları benim çalmam gerekiyordu ve tek başıma öğrenmem. Neyse ki bugün iyi müzisyen dostlarım var, onları müziği paylaşmaya davet edebiliyorum. Bu sebeple daha fazla enstrüman öğrenme ihtiyacı hissetmiyorum.

Bugünlerde seni müzik yapmaya iten şeyler ne?

Mükemmellik, denge, uyum ve aşkınlığın resmini yaratmaya ihtiyaç duyuyorum, ki bu bizim dar algılarla günlük hayatta pek yapamayacağımız bir şey. Ben bu şekilde hem içsel-kişisel hayatımda hem de sosyal alanda umut besleyebiliyorum ve kaos, çirkinlik, kötülük, banalliğe karşı böyle mücadele edebiliyorum.

L’ham de Foc‘tan bu yana Türkiye’de ilgiyle kayıtlarını ve albümlerini takip eden bir kitle var. Kendine özgü bir tarz ortaya koyuyorsunuz. Efren Lopez, müziğini nasıl tanımlıyor?

Samimi olmaya çalışıyorum ve fazla düşünmüyorum. Büyük ihtimalle diğer müzisyenlerin yaptığı şeyi yapıyorum, yaşam deneyimlerimden taşıdığım bütün etkileşimleri bir araya getiriyorum sadece. Bize sonsuzluk hissini veren ve trendlerin, sınırların ötesinde hisler yaratan müzik çeşitlerini seviyorum ve L’Ham de Foc için yazdığım ilk şarkıdan bugüne dek ben de bu yönde üretim yapmaya çalışıyorum.

Nisan 2015’te çıkardığın El Fill Del Llop adlı albümden bahsedecek olursak. Albümde pek çok önemli müzisyenle çalışmışsın. Bilge gözlerle müzik dinleyen müzik tutkunları için albüm âdeta eşsiz bir hazine değerinde.Kurtoglu Zeybeğiyle açılan albüm, âdeta müzik aracılığıyla yapılmış, pasaport vize istemeyen bir seyahat gibi. Bu albümün yapım aşamasından bahseder misin?

Yıllar boyunca diğer insanlarla iş birliği içinde projelerin bir parçası olduktan sonra içindeki her detaydan sadece kendimin sorumlu olduğu bir şey üretmeye ihtiyaç duydum. Daha önceden çok sayıdaki projenin sanat yönetmeniydim, ama yine de hayatta bir kere de olsa hiçbir detayı hiçbir insanla tartışmadan çalışmak ve aynı zamanda müziğin ne olduğuna dair görüşümü çıplak bir şekilde sunmak istedim.

Benim için bu kayıt bir otobiyografi gibi, dostlarımın pek çoğu dâhil oldu ve parçaları benim için kıymetli olan zamanlarda yazdım. Bu sebeplerle benim için çok değerli bir çalışma oldu.

Müzikal anlamda herhangi bir konsepte sahip olmak istemedim, herhangi özel bir prosedürü kullanmadan doğal bir yolda üretmek istedim.

Sonuçtan gerçekten memnunum, her nota her ses istediğim yere oturmuş durumda. Büyük ihtimalle birkaç yıl sonra bir şeylerin yerini değiştirmek isteyeceğim, ama albümü bitirdiğim gün, her şey olmasını istediğim gibiydi.

Müzik adına bugün pek çok sınırın aşıldığı, imkânların arttığından bahsetsek de sanki yeni sınırlar ya da sorunlar da oluşuyor gibi. Dünyada müziğin gidişatını nasıl görüyorsun?

Genelde insanların artık diğer çeşitlere daha açık olduğunu görüyorum. Ben gençken çok içimize kapanıktık. Ben ve arkadaşlarım metal müzik severdik ve geriye kalan her şeyi çöp olarak nitelendirirdik. Bugünlerde insanlar her müzikten aynı şeyi beklemiyorlar, farklı anlar için ya da günün farklı anları için farklı müzikleri dinliyorlar.

Ben kayıtlı müziği pek fazla dinlemiyorum. Bir müzisyen olduğunuzda, kayıtlı müzik size biraz sahte geliyor, gerçek hayatın kendisi gibi değil. Kayıtlı müzik dinlediğim zaman ticari olmayan, tamamen geleneksel olan şeyler dinliyorum. Müzisyenin müziğini bize “sattığını” hissetmekten hiç hoşlanmıyorum. Sadece o an paylaşmak istediği için müzik yapan, bundan herhangi bir çıkarı olmayan kişileri dinlemek istiyorum.

Dünyada ve Türkiye’de bugün ve geçmişte etkilendiğin müzisyenler var mı? Kimler var?

Erkan Oğur’un büyük bir hayranıyım. Bir sanatçı nasıl olmalı sorusuna verdiğim cevabın somutlaşmış hâlidir benim için. Bir gelenekten geliyorsunuz ve o geleneği öğreniyorsunuz, ama aynı zamanda o geleneğe bir şeyler katıyor, onu büyütüyorsunuz ve de o geleneği son derece özgün ve kişisel bir şekilde icra ediyorsunuz. Bu benim için sanatın gerçek tanımıdır.

Ama yine de isimler üzerinden konuşmayı sevmiyorum, mitomaniye sahip değilim. Bireye çok değer veren o pop müzik kafasından hiç hoşlanmıyorum. Sanatçının, aynı fırın ustası gibi, otobüs sürücüsü gibi, toplum içindeki yeteneklerine inanıyorum.

Fakat, elbette, müziğimi inşa ederken etkilendiğim insanlar var: Ross Daly, Orta Doğu geleneklerinin boyutlarını anlayabilmiş duyduğum ilk müzisyendi ve ondan çokça etkilendim. Üstat Muhammed Rahim Khushnawaz’ı dinleyerek Afgan müziğine, rebaba âşık oldum ve dahası…

Göçler, savaşlar, kıyımlar, nefes alınabilen alanların gitgide azaldığı bir dünya,mülteci hayatlar ve dramları… Dünyanın gidişatını âdeta sınırlarını sınırsızlık diye çizebileceğimiz bir müzisyen olarak nasıl görüyorsun?

Bazen müzisyenlerin bu dünyada “işe yarar” olduğuna inanmak gerçekten zor. Konuştuğumuz bu konuları yaymak için pek çok insanla yapabildiğim kadar iş birliği yaptım. Aramızdaki bu sınırlar ve farklılıklar yalnızca birer ilüzyon ve her zaman üzerine konuştuğumuz şu küçük ve çirkin şeylerden daha önemli şeyler var: Devletler, politik, finansal ve dini oyunlar vs…

Bu “sınırsız”lık fikri de bir tuzak olabilir. Bu sınırlar, sabit gelenekler ve sosyal çevreler, diğerlerini “düşman” ya da “yabancı” olarak hissetmemizi sağlamamalı, buna katılıyorum. Ama düşünüyorum ki, aynı zamanda bir yere ait olduğumuzu ve onu onurlandırmamız gerektiğini unutamayız. Toprağımızı ve insanımızı sevmek.

Suriye’de ne olduğuna bir bakın. Haberlerde her gün gördüğümüz insani kabusların yanısıra, gerçekleşen kültürel soykırımın haddi hesabı yok! Daha pratik boyutta, İspanya’da ve diğer ülkelerde yardım konserlerin eşlik ediyorum, başka ne yapabilirim bilmiyorum!

Yorum, görüş ve önerileriniz