OKURYAZAR GÜNCESİ – OYUNBOZAN – NİLÜFER BENAL / GÖKHAN KORKMAZGİL
Görseller: Şükrü Mehmet Ömür

Reha ile Pelin iki eski arkadaş, dünya bazen hızlı dönermiş, bazen çıldırtacak kadar yavaş. Yağmurlu bir İstanbul akşamında, yılın son günlerinin birinde, Bostancı’daki eski Hatay Meyhanesi’nde… Uzun zamandır görüşmemişler, çoktan beridir ilk kez buluşacaklar, eski günleri, ve kim bilir daha neleri konuşacaklar. Küçük meyhane masasında kavunla beyaz peynir var, abugannuş ile lakerda, fava – haydari – tarama, elbette yaş üzüm rakısı var, bir de olanca ağırlığıyla anılar.
Reha ile Pelin’in masasında asıl olarak Yeşim konuşuluyor. “Herkesi ışığının etrafında toplayan, apansız gidişiyle dostlarını ateşe durmuş mısır taneleri gibi dört bir yana saçan Yeşim, ardında kalanlara upuzun, sancılı bir tarihin hesap defterini” bırakmış. Eski yılların arkadaş grubunda Hümeyra, Erbil, Serhan da varmış. Havada Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya şiirleri yankılanırmış. Meyhanenin duvarında Attila İlhan dizeleri asılıymış.
Yirminci sayfaya gelmişim, kitabı usulca kapatıp masaya bırakıyorum, içime dolan ağırlıkla sandalyemde arkama yaslanıyorum. Yok, beğenmediğimden değil. Bilirsiniz, herkesin hayatı romandır, benimki aklıma geldi de ondan.
Biz yeni yetme gençlerdik, dersin bitmesini zor beklerdik. Hacettepe’den çıkar, Esat’a, Akay yokuşunun başına dek yürürdük, taksiyi filan ancak rüyamızda görürdük. Geçerken Zafer Çarşısı’na girer, Toplum Kitabevi’nde Remzi İnanç’ın bir çayını içerdik. Bir kitap alırdık, bir tane de o hediye ederdi, tezahürat yapar, abartıyla teşekkür ederdik. Baskıların ve zulmün ardından güzel günlerin geleceğine inanırdık, konuşa gülüşe yürür, Mithatpaşa’yı geçerdik. Biraz ukala, çokça neşeliydik, bütün gençler gibi hem akıllı hem deliydik.

Ankara’daki en iyi birahane bu Akay’daki bizim gittiğimiz mekândı, elbette daha bir sürü vardı, ama en ucuz fıçı birayı bizimki satardı. Gürültü patırtıyla içeri doluşur, montları kabanları alelacele çıkarır, her zamanki köşemize yerleşirdik. İsmet kasadaki abiye elini kaldırıp “beş” yapardı, çünkü beş kişiydik. Kalın tahta masanın iki yanındaki minderli banklarda kimin nereye oturacağı belliydi de söylenmezdi, herkes her şeyin farkındaydı da dile gelmezdi. Ufak tefek Tatar asıllı Türk güzeli Aslı bana âşıktı, benim dışımdaki her meselede kendiyle barışıktı. Ben boylu poslu, gösterişli Feryal’i beğenirdim, gece ve gündüz düşlerimde bir onu görürdüm. İsmet’le konuşurken Feryal’in sesi titrerdi, İsmet’in gözleri ise başka yöne giderdi. İsmet’in baktığı yerde Sevcan olurdu, belki de hep bakacağı yerde dururdu. Hiç öğrenemedik, Sevcan’ın gönlünde kim vardı, kim onun aklını alırdı, zaten kiminle konuşsa Sevcan’ın yüzü kızarırdı.
Kitabı açar şiirler okurduk, o yoğun duyguyu hemen yakalar, her birimiz kendimizden bir şeyler bulurduk. İkinci biradan sonra zaten hepimiz, hepten şiir olurduk. Memlekette neler oluyor onu konuşurduk, “ne yapmalı, nasıl yapmalı” diye tartışırdık. Biz beşimiz, böylece, çözülmesi olanaksız bir mesele yumağı halinde dolaşırdık. Bizim masamızda Nazım, Hasan Hüseyin, Ahmed Arif olurdu, Attila İlhan, Ahmet Telli, Edip Cansever konuşulurdu.

“Cips” diye bir şey daha icat edilmemişti, biranın yanına patates kızartması isterdik, ketçapla mayonez daha evlere girmemişti, kimimiz sever, kimimiz istemezdik. Ortaya bir de domates soslu sosis tava söylerdik, kimse başka bir şey yemezdi, zaten fazlasına paramız yetmezdi.
Tamam, hepimiz faşizme karşıydık. Aslında faşizmle karşı karşıyaydık. Herkes başka türlü söylerdi, biz “faşizme geçit yok” derdik, devrimi işçiler yapsındı, biz nasıl olsa beklerdik. Lenin “öğrenci gençlik, köylü gençlik, bilhassa işçi gençlik” dememiş miydi, biz öbürlerini bilinçlendirmekle vazifeliydik.
İçinde bulunmaktan büyük keyif aldığım TTB’li Hekimler Edebiyat WhatsApp grubunda yer alan Dr. Mehmet Uhri romanla ilgili bir yazı kaleme almış. Şöyle yazmış: “Nilüfer Benal’ın son kitabı “Oyunbozan” ülkenin doksanlı diye adlandırılan, gerçek anlamda ise noksanlı yıllarında hayallerini ve umutlarını paylaşmış insanların yıllar sonra hatırladıkları ile yeniden inşa etmeye çalıştıkları varoluş arayışları üzerine kaleme alınmış teatral güzellikte bir kitap. Kısaca hatırlama üzerine bir kitap…”
Romanın başında şöyle bir adı geçen Serhan, sanki bir çeşit yılan, uğursuz – tekinsiz bir insan… Mehmet Uhri romanda Zonguldak’ta olup bitenlerin, işçi direnişinin anlatıldığı bölümlerin altını çizmiş. Ben ise sayfa 161’den itibaren işte bu Serhan’a dair anlatılanları daha çarpıcı buldum.

Romanda Pelin yalnızlık denen durumu ne güzel formüle etmiş: “Yalnızlık… İçsel bir şey mi, bir başınalık mı karar veremedim hâlâ. Çöpü çıkarırken anahtarını avcuna almak zorundasın mesela. Kaybetme, unutma lüksün yok. Gece bir yere gitsen, geç vakitte dönsen ‘geldim merak etme’ diye arayacağın kimse yok.”
Reha “ilk gençlik ne güzel bir çağdır değil mi? Bir romanın önsözü gibi… Kitabın içeriğinden az çok bilgimizin olduğu, ancak olay örgüsünü sabırsızlıkla öğrenmek, son sayfalara bir an önce gelmek istediğimiz anlar… Elimizde kitaplar, kulağımızda walkman, yüreğimizde isyan, dilimizde sloganlar… Ömrün en atılgan, en hesapsız, en samimi zamanları…” diyor.
Nilüfer Benal, Oyunbozan’da 90’lı yılların kaotik, puslu ortamında genç olanları, ‘68’li anne babalardan, ‘78’li abla ve abilerden günümüze uzanan dolambaçlı yollarda rotasız, pusulasız bırakılmış, yok sayılmış, hep bir eksik kalmışlık hissi ile ne tam ne yarım olabilmiş bir kuşağı anlatıyor.

Geçmişin anıları, barlar – kampüsler – çay bahçeleri, aşklar – küskünlükler – gençlik hayalleri… Genç olmanın, mutluluktan başı göğe ermenin, gücünün yetmeyeceği baskıların ve zulmün altında ezilmenin, halkının derdini kendine dert etmenin, çok sevmenin ve ihanetin romanı.
Romanın daha başında, Yeşim Reha’ya şöyle diyor: “… bütün disiplinler uygarlığın bir tamlayanı bence, antropoloji, arkeoloji, tarih, psikoloji, felsefe. Bunların bilinçli ya da bilinçsiz izdüşümü ise sanat ve edebiyat…” Eğer hayat, zamanı tüketmekten ibaret olsaydı sanata hiç gerek kalmazdı, öylesine geçen günler bize yeterli gelseydi edebiyat hiç ortada olmazdı.
İyi şeyler okumalı insan; ayakları yere değmeli, ama başı göğe ermeli, kalbi hızlı çarpmalı, ruhu güzelce doymalı. Bir açlık var içimizde, hayatı dolu dolu yaşamanın bile doyurmadığı. Yeme – içmeyle, sevmeyle sevişmeyle giderilemeyen, bizi bir anlam arayışına sürükleyen. Kitabı bitirdim, kapattım, masanın üzerine koydum, tükettiğim öğünlerden biri daha oldu. Bu öğün için, Oyunbozan beni güzelce doyurdu.
Nilüfer Benal, Edisyon Kitap, İstanbul, Haziran 2024, 214 sayfa