OKURYAZAR GÜNCESİ – KIZIL KARMA – JEAN-CHRİSTOPHE GRANGÉ / YAZI VE GÖRSELLER: GÖKHAN KORKMAZGİL

1968 Mayıs ve Haziran aylarında, Fransa’da tutucu De Gaulle iktidarına karşı Nanterre Üniversitesi’nde başlayan öğrenci hareketi, kısa süre sonra yaklaşık 10 milyon işçinin katıldığı genel grevle birleşmiş, Paris sokakları savaş alanına dönmüştü. Roman sokak çatışmalarının tam ortasında açılıyor.

Paris adeta yangın yeriyken, genç bir kadının bir yoga pozisyonunda, çıplak ve parçalanmış cesedi bulunur. Polis Jean-Louis Mersch, cinayeti soruşturmaya başlar. Öldürülen kadının arkadaşları Hervé ile Nicole de ona yardımcı olurlar. Yine arkadaşları olan bir başka kadın daha cinayete kurban gittiğinde, ölümün kendi çevrelerinde kol gezdiğini düşünmeye başlarlar.

Romandaki üç ana karakteri kısaca şöyle tanımlayabiliriz: Mersch: Bir Paris fırlaması, kuzey Afrika’daki Fransız operasyonlarında yer almış, ruhunda karanlık izler kalmış bir polis. Hervé: Mersch’in kardeşi, madde kullanmayı marifet sayan, naif, sallapati genç adam. Nicole: Yirmilerinin başında, hayatı öğrenmeye çalışan güzel genç kız. Hervé ve Nicole’ün iki arkadaşının Paris’te törensel bir vahşetle öldürülmesi bu üç kişiyi bir araya getirir. Cinayetlerin Hervé ile ilişkili olduğu ortaya çıkınca bu acayip üçlü katilin izi peşinde Hindistan’a yola çıkarlar. Kalküta’dan Varanasi’ye uzanan bir maceraya atılır ve korkunç gerçeği Ganj Nehri’nin kıyılarında keşfederler.

Cinayetlerin işleniş şekli dini ritüeller biçimindedir, kurbanların bedenleri böyle bir amaçla sergilenmiştir. Sonra, bu cinayetlerin yirmi yıl önce Hindistan’da bir tarikat liderinin öldürülmesiyle bağlantılı olduğu ortaya çıkar. Tarikatın kadın lideri Anne, farklı inançları harmanlayan yeni bir öğreti ortaya koymuştur. Öğretisinde reenkarnasyon esastır. Anne, neredeyse tamamen zihinsel olan ve her insanın içindeki ilahi parçayı uyandırmayı amaçlayan yeni bir yoga yaratmıştır.

Bugün popüler kültürde yoga, kalori harcatmaya yarayan bedensel egzersizler gibi algılanır. Gerçekte yoga, ruhsal yaşama ve bedene egemen olmayı amaçlayan Hint felsefe sistemidir. Anne’nin uygulaması sayesinde insan ışığa dönüşebilir, mutlak gerçekle birleşebilir ve yeni bir ırkı, “yeni insan”ı yaratabilir. Müritleri büyük bir coşku ve bağlıkla Anne’yi takip ederler. Onlara göre Anne dünyevi bir yaratık, etten ve kandan bir varlık değil, bir ruhtur. Bir zaman sonra Anne odasından çıkmaz olur. Kendisiyle ilgili çalışmalar sürdürmekte, meditasyon yoluyla, vücudunun her hücresinin gizlediği ışık parçacığını uyandırmaya çalışmaktadır. Anne’ye göre ilerlemesinin bir sonraki aşaması kendi içindeki ilahi varlığın farkındalığıdır. Anne artık takipçilerinin beklentilerine cevap vermez durumdadır. Vaaz vermez, kalabalıklara dini konuşmalar yapmaz olur. Bir tarikatta müritlerin ruhani liderleriyle temas kurmaya içten bir ihtiyaçları vardır. Tam bir bağımlılık durumundadırlar. Eğer guru artık onlara kılavuzluk etmezse, onlar kaybolurlar ve hatta akıllarını yitirebilirler. Anne artık onlara yol göstermeyi bırakınca derin bir ruhsal açlık içine düşen müritleri ve çevredeki köylüler bir gece kesin bir taleple çıkagelirler. Anne’yi görmeye, ona dokunmaya, yenilenmeye ihtiyaçları vardır. Karanlıkta silahlarla, çeşitli aletlerle, kırık şişelerle gelirler. Anne’nin odasına girerler, canlı canlı derisini yüzerler. Sonunda, onu parçalayarak yerler. Onun etlerini, kemiklerini, saçlarını yerler. Anne’nin bedenlerini doldurmasını, kendi bedenlerinde yaşamasını istemektedirler. Parçalanmış yaşlı bir kadının etrafında dizlerinin üstüne çökmüş, kanlı gömlekler içinde tarikat müritleri… Anne kendi müritleri tarafından akıl almaz bir vahşetle öldürülmüştür. Dinsel bağnazlığın, bulaşıcı bir deliliğe sürüklediği müritler kolektif bir cinayet işlemişlerdir.

Grangé roman karakterlerinden birine şunları söyletiyor: “Hindistan dindar bir ülke değildir. Hindistan dinin kendisidir. Bu bir seçim, bir inanç ya da bir tercih değildir. Spiritüalite ülkenin derin doğasıdır. Halkından, toprağından ayrıştırılamaz. Hindistan’da çok sayıda mezhep vardır. Bunlar aynı inancın farklı birçok yüzüdür, aynı hastalığın. Bir mezhep, her zaman bir ‘guru’nun patolojisinin ilerlemesidir. Artan, yayılan bir zihinsel enfeksiyon. Bilinçsizce, mezhebin yandaşları bir tür kanser hücresidir.”

Hindistan yollarında macera nefes nefese sürerken, Grangé gerçekliğin sınırlarını zorlayan müthiş manzaralar ve portreler betimler. Alacakaranlıkta, puslu bir patikada karşılarına acınası ve korkunç görünümlü insanlar çıkar. Çalılıklardan fırlayan, paçavralara bürünmüş, koltuk değneklerine yaslanmış gölgeler… Şekli bozulmuş yüzleri, çarpılmış ağızlarıyla yalvaran, yamrı yumru olmuş avuçlarını uzatan, inleyen insanlar… Güdükleşmiş ellerinde paslı tabaklar, çinko çanaklar, çatlak taslar tutan zavallılar… Akşamın cılız ışığında balık pulları gibi parlayan pembemsi, beyazımsı, gümüşi kabarcıklı sivilceleri bez başlıkların altında gizlemeye çalışan cüzzamlılar… Tam da kendisinden bekleneceği gibi, Grangé bu ayrıntıyı ıskalamamış, cüzzamlıları hikâyeye dâhil etme fırsatını kaçırmamış. Hastalığın şekilsizleştirdiği bedenleri gizem ve dehşet algısı yaratacak biçimde sözcüklerle görselleştirmiş.

Jean-Christophe Grangé, cinayetlerin peşinde koşarken kendi kaderlerini de değiştiren üç çarpıcı karakter ve hiç düşmeyen bir tempoyla, bir kez daha kötülüğün sınırlarını araştırıyor. Grangé’nin romanlarında vahşetin bir üst sınırı olmaz, kötülük gidebildiği en uç noktaya kadar gider. Olup bitenler fantastik bir evrende gerçekleşmez, o, gerçek dünyada durur, insan ruhunun en karanlık yanlarına bakar. Kanlı sahneleri ayrıntılı biçimde, müthiş bir zenginlikle hikâye eder. Cinayetler gerçek olamayacak denli büyük bir şiddet ve vahşilikle işlenmiştir. Nedenleri ise doğaüstü varlıkları çağrıştıracak biçimde gizemle sarılıdır, ama sonuçta gerçek dünyaya ait bir amaca bağlıdır.

Grangé’nin Türkçedeki ilk romanı Kızıl Nehirler 2001’de yayımlandı. Ben o zamanlar iyi bir polisiye okuruydum. “Seri katiller, ahmak polisler, herkesten akıllı bir dedektif” şablonuna yaslanan, kaba saba bir olay örgüsü sergileyen Amerikan polisiyelerinden kaçmaya çalışıyordum. Grangé’yi bizde ilk çıkan romanı “Kızıl Nehirler” ile yakalamıştım. Polisiye romanlar kolay okunur. Sürekli merakınızı kamçılar, sizi arafta bırakır, sağ gösterip sol vurur, adım adım sona götürür. Katil kimdir, tam emin olursunuz, sonraki bölümde her şey alt üst olur, sizi şaşırtır. Polisiye edebiyat, asıl olarak suçla ilgili bir olayın anlatıldığı metindir. “Kim, neden, nasıl” sorularının uyandırılıp yanıtlandığı bir yapıya sahiptir. Bir roman, içinde polis olduğu için polisiye olmaz. Suç, gerilim ve gizem unsurlarını barındırır. Geçen zaman içinde Grangé dünya genelinde en çok okunan polisiye roman yazarlarından biri haline geldi, diğeri ise Agatha Christie’dir. Bugün artık, polisiye edebiyat evreninin en tepesinde Grangé oturur.

Kızıl Nehirler’den Kızıl Karma’ya geldiğimizde, yani geçen yirmi beş yıla yakın zamandan sonra, bakıyorum, Grangé’nin metinlerinin artık kendini tekrar ettiğini düşünüyorum. Ülkemizde Grangé’nin her kitabını neredeyse çıktığı gün alan, hemen okumaya başlayan bir okur kitlesi vardı. Kitabı eline alan gerilimi iliklerine kadar hissederdi, zekice kurgulanmış gizemli hikâye örgüsü okuru kitabın içine çekerdi. Kızıl Karma’yı okuduktan sonra başka türlü düşünüyorum: Acaba Grangé’nin esin ırmağı mı kurudu, zamanı mı tükendi? Belki de soru şudur: Biz mi büyüdük, dünya mı kirlendi?

**

Kızıl Karma, Jean-Christophe Grangé, Doğan Kitap, İstanbul, Şubat 2024, 582 sayfa. Çeviren: Tankut Gökçe

2

Yorum, görüş ve önerileriniz