OKURYAZAR GÜNCESİ – KANATSIZ KUŞLAR – LOUİS DE BERNİÈRES / GÖKHAN KORKMAZGİL

Kayaköy’ün tarihi bundan beş bin yıl kadar öncesine uzanır. Eski zamanlardaki durumu fazlaca bilinmez, burası Karmilassos adında bir Likya kenti imiş. Yeni yerleşimler eskilerinin üstüne kurulmuş, eskilerin taşları yenilerine temel olmuş. Antik döneme ait kalıntılar köyün Keçiler tarafından girişinde görülür, üç Likya lahdi ve arkalarında kaya mezarları vardır. Köyün içinden geçen yol kıyısında, 17. yüzyıldan kalma Turabi Çeşmesi’nin arkasında büyük Kızlar Okulu’nu görürsünüz. Önemli ölçüde ayakta kalmış koskoca okul yapısının temelinde, mağara ağzına benzer bir yarık fark edersiniz. Kafanızı uzatıp içeri bakınca, yine bir Likya mezar odasına rastlarsınız. Likyalıların zamanından sonra, buralarda Romalı Anadolulular yaşarmış. Zaman içinde Karmilassos’un üzerine Levissi kurulmuş, Anadolulu Rumlar yaşar olmuş. 1912 yılındaki kayıtlara göre burada her biri ortalama elli metrekarelik binden fazla taş ev sayılırmış. On beş kadar şapel, iki büyük kilise varmış. Aşağıdakine Panaghia Pirgiotissa, yukarıdakine Taksiyarhis Kilisesi denirmiş. Kasaba, matbaası ve gazetesi, hekimleri, hastanesi ve eczanesi, okulları, postanesi, birçok üretim atölyesi ile yörenin en büyük sosyal ve ticari merkeziymiş. Mübadeleden sonra Levissi, Kayaköy olmuş, yaşayan kimse kalmamış. Gidenlerin gözü arkada kalmış, yerine gelenlerin gözü burayı hiç görmemiş, hangisini isterseniz öyle söyleyebilirsiniz, şimdi sadece yıkıntıları görebilirsiniz. Girişteki tabelada “Kayaköy” yazıyor, ama buralılar “Kayaköy’e gezmeye geldim” demez, “Kaya’da otururum” der, bakalım siz hangisini benimseyeceksiniz?

Bugün Fethiye’den Kayaköy’e üç şekilde gidebilirsiniz: Ya körfezin dibindeki Karagözler Koyu’ndan yukarı tırmanıp orman içi yoldan gidersiniz. Ya Amintas kaya mezarlarının önünden yükselen Debboy yokuşundan çıkıp tepelerin arasında kıvrılan yolu takip edersiniz. Ya da Ölüdeniz yoluna koyulur, Ovacık ve Hisarönü’nü geçerek gidersiniz. Ama tek bir şekilde dönebilirsiniz: Büyülenmiş olarak!
Yıllar, yıllar öncesiydi, geceler, günlerin gölgesiydi. Yıldızların ışığında karımla ben, Karagözler’deki evimizin balkonunda otururduk. Birimiz susunca diğerimiz başlar, Kayaköy’ün Levissi olduğu günleri konuşurduk. O da ben de gençtik, hafta sonlarını iple çekerdik, her Pazar günü mutlaka Kaya’ya giderdik. Eski taş sokaklarda dolaşır, terk edilmiş evlerin arasından geçerdik. Adımlarımızla bugünün tozlarını kaldırır, geçmişin dayanılmaz ağırlığını hissederdik. Aşağı Kilise’nin avlusuna girerdik, bir taşa oturup sessizce beklerdik. Yaşlı meşenin yarı belinde bir kızıl sincap belirirdi, ürkek, meraklı gözlerle bizi izlerdi. İlk kıpırdanmamızla ağacın dalında su gibi akar, yukarı tırmanır, yaprakların arasında gözden yiterdi. Belliydi, burası onun eviydi, ya biz kimdik, ne diye buraya gelmiştik? Onun çok uzak, büyük büyük dedeleri de burada yaşardı, bir bebeğin vaftiz dualarına yukarıdan bakardı.

Yol kıyısında kendi halindeki gözlemecide, incir ve nar ağaçlarının gölgesinde, dumanı tüten sac böreğinin çıtırtısı, bir de ince belli cam bardakta çay kaşığının tıkırtısı. Kitap masanın üstünde, önümüzde, insanlığın bütün sızısı içimizde. Karım okurdu ben dinlerdim, yüreğimi nereye koyacağımı bilemezdim. Ben anlatırdım o dinlerdi, usulca, Rumca bir türkü söylerdi.
Kanatsız kuşlar uçamazmış, özgür olup göklere çıkamazmış. Savaşlardan, kıyımlardan kimsecikler kaçamazmış. İnsanın insana ettiğiyle Şeytan bile başa çıkamazmış. Toprağından, evinden koparılıp öteye gönderilenler, ötedeki yurdundan kovulup beriye sürülenler, ne kadar “ah, vah” desek de azmış, tarih bunu böyle yazmış.
Eski köy meydanındaki kahveye gider otururduk. Üstümüzdeki çınarın tepesindeki kovukta da bir gri baykuş otururdu. Uyukluyor mu, arada tek gözünü açıp bize mi bakıyor belli olmazdı, öylece, kımıldamadan dururdu. Baykuşlar bilge olurmuş, her şeyin doğrusunu onlar bilirmiş. Ne yapsak, nasıl etsek de şu baykuşa sorsak, Kaya’nın dar sokaklarında utanç duymadan nasıl dolaşsak?

Karşıdaki eski mezarlıktan, uzaktan uzağa ağaçkakan takırtıları gelirdi. Sonra bir sessizlik olduğunda, zeytin ağacının dalları arasından karatavuğun şarkısı duyulurdu. Hiç karatavuk gördünüz mü? Erkeğinin simsiyah tüyleri, sapsarı iri gagası, gözünü çevreleyen sarı göz halkası var. Dişi karatavuk ise ne kara, ne de tavuğa benziyor, kırçıllı gri gövdesiyle zeytin ağacının dallarında geziyor. Hiç karatavuk ötüşü duydunuz mu? Duymadığınıza eminim, yoksa duyduğunuz anda olduğunuz yere mıhlanır kalırdınız, “böyle güzel şey duymadım” der, bir daha unutmazdınız.
Peki, Louis de Bernières’in Kanatsız Kuşlar’ını okudunuz mu? Anımsayamadınız mı? Demek ki okumamışsınız, okumuş olsaydınız hemen hatırlardınız, karatavuğun ötüşü gibi, hiç unutmazdınız.
Roman yüz yıl kadar önce kurgusal Eskibahçe kasabasında iki çocuğun dostluk hikâyesiyle başlıyor. Çömlekçi İskender’in oğlu Karatavuk Türktür, ironik olarak “Mehmetçik” adını almış olan arkadaşı ise Rum’dur. İki küçük arkadaş, Karatavuk ve Mehmetçik, çömlekçinin yaptığı, avuca sığacak kadar küçücük bir testiyi üfleyerek öttürüp kuş sesleri çıkararak haberleşirler, Eskibahçe’nin sokaklarında koşuştururlar, kuşlar gibi guruldayıp şakıyarak, savaş patlak verene kadar birbirlerinden ayrılmazlar. Kasabada herkesin gözü güzeller güzeli Philotei’dedir, ama onun gözü nişanlısı İbrahim’den başkasını görmez, hiç kimse “sen gâvursun, nişanlın Müslüman” demez. Osmanlı’nın son zamanlarıdır, birinci emperyalist paylaşım savaşı dünyayı kasıp kavursa da top sesleri Eskibahçe’ye kadar gelmez. Roman 1915’teki Gelibolu Savaşı’nı, aradan geçen sekiz on seneden sonra 1923 mübadelesini tarafsız bir gözle anlatıyor. Artık Eskibahçe için güzel günler bir daha geri gelmemecesine sona eriyor.

2012’de Louis de Bernières Fethiye’ye bir kez daha geldiğinde onunla bir söyleşi yapma fırsatım olmuştu. Antik tiyatrodaki sunumundan sonra romanın yazım sürecine ilişkin sorularımı yanıtlamıştı. Yakasına iliştirdiği Türk bayraklı rozete elini değdirip şunları söylemişti: “Kayaköy’ün eski sokaklarında iki hafta dolaştım. Karatavuğun ötüşünü dinledim, bana ne söylediğini anladım. İnsanlar barış içinde bir arada yaşıyorlardı, olasıdır ki şu aşağıdaki avluda toplanıyorlardı. Buralarda bir demirci, bir çömlekçi olmalıydı. Her yerde olduğu gibi doğumlar, ölümler, acılar, sevinçler yaşanmıştı, sevdalar ayrılıklara karışmıştı. Aslında ben bir şey görmedim, iki toplumun birbirlerine olan hoşgörüsünü önemsedim.”
Roman kişileri o kadar tanıdık ve anlatım o denli canlı ki, Bernières’in bu insanları görmediğine inanmak zor. Kanatsız Kuşlar’ı mutlaka okumalısınız demiyorum, kitabı alıp gidip mutlaka Kayaköy’de okumalısınız. Bir sayfada kendi kendinize kahkahalarla güleceksiniz, sayfayı çevirince derin bir acı duyacaksınız. Sonra taze bir nefes alır gibi hissedeceksiniz. Mizahın ardına acı gizlenmiş, asıl güzel olan başkasının acısını kendi içinde hissetmekmiş. “Eski Bahçe”, sembolik olarak cennet bahçeleri demekmiş, buralar o zamanlarda gerçekten cennetmiş.

İncirle zeytin gibi, iki farklı kökten gelmişsin, iki farklı ağaçsın, ama aynı bahçede birlikte yaşayacaksın. Aynı havayı, suyu paylaşacaksın.
İki farklı dinin insanları başka dillerde aynı Tanrı’ya yakarırmış. Müslümanlar Hristiyan komşularından şefaat duaları etmelerini istermiş, Hristiyanlar Türk imama derin bir saygı beslermiş. Müslüman Türkler Taksiyarsis Kilisesi’nin sokağından geçerken Meryem Ana’ya dua eder, Ortodoks Rumlar Kuran ayetlerinden medet beklermiş. İnançlar birbirine karışır, zeytinin dalı incirinkine değermiş.
İnsanları kardeş yapan, ne aynı anadan doğmak ne de aynı dine sahip olmakmış. Bir toplumu bir arada tutan, ortak bir geçmiş, bugünün havası ve suyu, bir de yarınlara olan umut imiş.
Kanatsız Kuşlar, Louis de Bernières, Altın Kitaplar, 656 Sayfa, İstanbul, 03,2018, Çeviren: Bahar Öcal Düzgören