NELER ÇEKTİM NELER – BAŞKA TÜRLÜ BİR ŞEY – KÜBA (1)– METİN DENİZMEN
Yazı ve fotoğraflar: Metin Denizmen
Bir ara önümdeki ekrana bakıyorum. Grönland’ın üzerinde uçuyoruz. Moskova’dan kuzey-batı yönünde ilerleyerek Kuzey Atlantik Okyanusunun da kuzeyinden Grönland üzerinden Kanada topraklarının üzerine geldik. 5.5 saattir uçuyoruz, daha yolun yarısına gelemedik.Yazı ve fotoğraflar: Metin Denizmen
Türkiye saati ile 16.20, Havana’da 08.00 ve ben ömründe ilk kez on saat içinde iki kez güneşin doğuşunu görüyorum.
Körfezi’nin üzerindeyiz şimdi. Altımızda sonsuz uzanan donmuş denizin buzullarına, doğan güneşin kızıllığı vuruyor. Göz alabildiğince uzanan, 1230000 km2 bir alana yayılmış Hudson Körfezi yılın çoğu zamanında böyle buzlarla kaplı oluyor. Bu yerler ruhumda kıpırtılar yaratıyor, çok eski yıllarıma, gençliğimin kitaplarına, daha doğrusu Jack London’un bu coğrafyada yazdığı kitaplarına götürüyor beni.
Hudson Körfezi’nin batısında uzanan Yukon nehri, Klondike ve daha batısında Alaska topraklarında altın arayıcıları ile doğanın öldürücü koşulları ile mücadele eden Jack London, gençliğimde rüyalarıma giren en güzel hikâyelerini, şimdi üzerinde uçtuğum bu topraklarda yazmıştı. Vahşetin Çağrısı, Ateş Yakmak, Bin Düzine Yumurta gibi bu yılların en unutulmaz hikâyeleri ile Jack London’u kalbime sökülüp atılamayacak perçinlerle mimlemişti.
Yirmi gündür Küba’dayız eşimle. Doğu’dan Batı’ya neredeyse tüm kentlerini gezdik, kimi yolları Viazul denilen kotalı otobüsler, kimini ‘ gua gua ‘ denen halk otobüsleri ve ‘ camion ‘ larla. 40/50 dereceleri bulan sıcakta, tıklım tıkış araçlarda ter kokusu yerine halktan yayılan sabun kokularına şaşırdık.
Karaipler’in en büyük adası olan Küba, büyüleyici doğal güzelliklerin ve zıtlıkların ülkesi. Kurduğu nev-i şahsına münhasır Sosyalizm rejimi nedeniyle altmış yıl boyunca, neredeyse tüm dünyanın ambargosuna uğrayan bu ada devleti, yitirdiği efsanevî liderleri Fidel Casto’nun sözleriyle bu kara günlere nasıl direndiklerini ne güzel anlatıyor;
“Biz, en zor günlerimizi, hayatımızın neşesine, müziğimize ve hayat tarzımıza sarılarak atlattık. “

Küba’da her köşede gördüğüm “Fidel y la religion” yani “Fidel ve Din“ isimli bir kitap, Castro’nun bir Dominikan rahibi ile yaptığı uzun bir röportajı içeriyor.
Üşenmedim, not defterime birkaç cümleyi yazıp, İspanyolcadan tercüme ettim; “İnananlara saygı politik bir ilkedir“ diyordu Fidel.
HAVANA / Küba Havana ilk durağımız. Yaklaşık bir nesil, neredeyse tüm dünya ülkelerinin uyguladığı ambargo nedeniyle yoklukla geçirdi hayatını Küba’da. Ama, gördüğüm kadarıyla, bu ülkenin insanları nefreti, kızgınlığı ve kavgayı hattâ yüksek sesle tartışmayı bile unutmuşlar.
İspanyol sömürgecilerin mirası kolonyal binalar, şimdilerde restore edilip turizme kazandırılıyor. Devrim Meydanı, hâlâ kalp ritimlerimizi arttırmaya devam ediyor. Jose Marti ve Che Guevara anıtları yine görkemli, yine çok şeyler anlatıyor.

SANTA CLARA / Bir hac yeri bence, dünyanın en tarafsız en dürüst devrimcisi Che’nin heykelinin tam altında Bolivya’da Amerikancı birliklerin öldürdüğü Che ve diğer otuz sekiz gerillanın mezarları bulunuyor.
Che ve 38 yoldaşının mezarları çok da büyük olmayan loş bir odanın duvarlarına yerleştirilmiş. Odanın bir köşesinde sürekli yanan bir meşale var. Her bir mezar kare şeklinde ve üzerinde mezar sahibinin portresi kabartma şeklinde yer alıyor. Commandante’nin mezarını diğerlerinden ayıran tek şey ise, üzerine düşen yıldız şeklindeki ışık huzmesi.
Karşı salon müze olarak düzenlenmiş. Che’nin çocukluğundan, ailesinden, eğitim yıllarından, Arjantin’deki günlerinden fotoğraflar var. Meksika’da fotoğraf çekerek hayatını kazandığı dönem, fotoğraf makineleri, gerilla oluşu, komutanlığa yükselişi ile ilgili fotoğraf ve kişisel eşyaları, illâ da günlükleri. Gerilla günlerinde dağda, kırsalda tuttuğu günlükleri görünce boğazım düğümleniyor, başım dönüyor bir sütuna yaslanıp gözyaşlarıma hâkim olmaya çalışıyorum.
Bir başka köşede Goethe okurken fotoğrafı, kitapları, Darwin, Shakespeare. Yaralı gerillaları tedavi ederken kullandığı tıbbi gereçleri boğazım düğümlenerek izliyorum.

TRİNİDAD / Trinidad’ın parke taş döşeli yollarında ilk adımlarımızı atarken, nal sesleri yaklaşıyor. Dönüp bakıyorum, bir at arabası geliyor üzerime doğru. 15. Yüzyılda kurulmuş bir kent bu denli bilinçle korunup gözetilmiş, şaşırıyorum.
Az sonra, fotoğraf makinem elimde, durmaksızın deklanşöre basıyorum. Trinidad, fotoğraf dostu bir yerleşim. Rengârenk evler, görkemli malikâneler, kasaba dışında çiftlikler, geniş meydanlar, müzeler ve en önemlisi güler yüzlü sevgi dolu insanları ile ruhuma dokunan ender yerlerden biri oluyor kısa zamanda.

Kent içindeki kaos, yerli halkın yaşadığı küçük, renkli evlerin duvarlarından yansıyarak Casa de la Trova’nın merdivenlerini tırmanıyor âdeta ve kaldırımlara dizilmiş, çılgın hareketliliği izleyen turistlerin neşeli yüz ifadelerinde anlam buluyor.