MAHCUBİYET VE HAYSİYET – DAG SOLSTAD / ÖNDER ATAY
Mahcubiyet ve Haysiyet, Norveçli yazar Dag Solstad’ın dilimize çevrilmiş ilk kitabıdır. Bu romanın ardından, yazarın başka yapıtları da Türkçeye kazandırılmıştır. İskandinav edebiyatında önemli bir yeri olan yazarın, on sekiz romanının yanı sıra hikâyeleri, tiyatro oyunları, makaleleri ve Dünya Futbol Kupası’na ilişkin beş kitabı vardır. Solstad’ın farklı yazım tarzı, İskandinav ülkelerinde değişik kuşaklara ilham kaynağı olmuştur.

Yazar, ‘’YKY kitap-lık’’ dergisinin 2019 Kasım-Aralık sayısındaki söyleşisinde, Mahcubiyet ve Haysiyet’i yazmaya başlamadan önce kafasındaki tek düşüncenin, şemsiyesini açamadığı için sinir krizine girip, kontrolünü kaybeden bir ana karakterin varlığı olduğunu söyler. Roman yazmak için uygun bir fikir olmadığını düşünse de Solstad için kitabı asıl yazma nedeni işte bu sahnenin zihninde yer etmesidir.
Yazara göre bir imgenin romanın temelini oluşturması önemlidir, ancak onun kadar önemli bir diğer unsur ise ilk cümledir. Solstad, romanın ilk cümlesini istediği gibi yazamasaydı kitabın devamını getirebileceğini sanmadığını belirterek, ilk cümlede ima edilen varsayımlardan önce her şeyin mümkün olduğunu söyler. O ilk cümleyi bir kez yazdığınızda, seçeneklerinizi neredeyse geride yazacak fazla bir şeyin kalmadığı bir noktaya indirgemiş olursunuz.
Mahcubiyet ve Haysiyet’i üç bölüm olarak değerlendirebiliriz. Birinci bölümde, açılmayan şemsiye nedeniyle sinirleri bozulan öğretmenin, o aşamaya nasıl geldiğini görüyoruz. İkinci bölümün sayfalarında, romanın ana karakteri öğretmen Elias Rukla’nın içine düştüğü kötü durumu, geçmişe dönerek nasıl değerlendirdiği anlatılır. Üniversite yılları, en yakın arkadaşı Johan Corneliussen’le tanışması ve dolu dolu geçen dostluk dönemi incelenir. Son bölümde ise öğretmenin evliliğine derinlemesine bir bakış vardır.
Elias Rukla, ellili yaşlarını süren bir lise öğretmenidir ve o sonbahar gününün hayatının dönüm noktası olacağını bilmeden, katlanır şemsiyesini yanına alarak okul yolunu tutar. Sınıfa girdiğinde öğrencilerin kendisine yine düşmanca bir tavır içinde olduklarını görür. Öğretmen Rukla’ya göre; tek başlarına sevimli gençler olan öğrenciler şimdi böyle hep birlikte karşısındaki sıralara konumlanmış durumdayken, ona ve temsil ettiği her şeye karşı yapısallaşmış bir düşmanlık sergiliyorlardı.
Yirmi beş yıl boyunca derslerinde Henrik Ibsen’in Yaban Ördeği adlı oyununu incelemişti. Bu ders öğrencilerin Norveç edebiyatına aşina olmaları için veriliyordu. Ancak eser, hayatlarının henüz olgunlaşmamış bir aşamasında bulunan gençlerin çok üzerindeydi. Öğretmen, işlenen konudan canları sıkılan ve küçük düşürüldüklerini hisseden öğrencilerin, kendisini istemediklerini düşünüyordu. Onlara göre bunun sorumlusu bizzat Elias Rukla’ydı.
Yazar Dag Solstad, yukarıda değindiğimiz söyleşide, romanı kurgularken sınıfta gerilimi tırmandıracak ve öğretmeni sinir krizine sokacak bir olaya ihtiyaç duyduğunu söyler. Bunun için de Yaban Ördeği oyununu tercih ettiğini belirterek, sınıfta öğretmenin, oyunu anlaması mümkün olmayan öğrencilere bunu anlatma çabasına girdiğini dile getirir.
Derste bir öğrenciden yükselen iç çekme sesinin, sinirlerin bozulmaya başlamasına neden olduğunu ve can sıkıntısının bir bulut gibi bütün sınıfın üzerine çöktüğünü hissederiz. Öğretmen, kontrolsüz o iç çekişi, gençliğin haşmetini temsil eden bir saldırganlık olarak algılar, ne yapacağını bilemez. Öğrencilerin, ders bitiş zili çaldığında, yüzüne bakmadan yanından geçip sınıfı terk etmelerini çok yaralayıcı olarak değerlendirir.
Öğretmen Rukla onların ardından dışarı çıktığında, yağmur altında şemsiyesini açmaya uğraşır ancak açamaz. Şemsiyeyi açma çabası sırasında yaşananlar, onu izleyenler için çok şaşırtıcıyken, Elias Rukla için tam bir yıkım olur. Yirmi beş yıllık görevinin sonuna geldiğini düşünür, kendisi için bir dönemin kapandığını ve yenildiğini hisseder. Bir yandan geçmişle hesaplaşmaya sürüklenirken diğer yandan da evde bekleyen karısına bu durumu nasıl anlatacağını düşünür.
Romanın dönüm noktası olan bu bölümde yaşananlara, kitabın büyüsünü bozmamak için burada değinmeyeceğiz. Bundan sonrası geri dönüşlerle devam eden eserde, Elias Rukla üniversite yıllarını hatırlar. Zamanla en yakın arkadaşı olacak Johan Corneliussen’le bu dostluğun nasıl kurulduğunu anlatır. Rukla, birbirinden ayrılmaz arkadaşlıkları oluştuğunda, felsefe okuyan Corneliussen’i hayata doyamayan bir insan olarak görüyordu. Ancak onun günün birinde, yeni bir hayat kurmak üzere her şeyini bırakıp başka bir ülkeye kaçacağını hiç aklına getirmemişti.
Gittiği ABD’de reklamcı olarak çalışmaya niyetlenen Johan Corneliussen’e göre, ticari sanat olarak algılanan reklam, çağımız sanatının bir ifadesiydi. Reklamlardaki görüntüler bize çağımız hakkında sanat galerilerinde sergilenen eserlerden daha fazla bilgi veriyordu. İşte, Johan Corneliussen’in bu düşünceler içinde ülkesini terk etmesi Rukla için sonun başlangıcı olur…
Ustaca kurgulanmış romanın, 1960’ların sonundan 90’ların ortasına kadar Elias Rukla ve çevresindekiler özelinde, Norveç’teki toplumsal değişimi de aktardığını söyleyebiliriz. Yazar, öğretmenler odasında küçük bir Norveç yaratır. Değişen çağ ile birlikte, eğitim anlayışının ve öğrencilerin bu değişimi algılamalarının hangi noktaya geldiğini tartışırken, arka planda ideolojik vazgeçişlere de eleştirel bir bakış atar.
Küreselleşme adı ile sunulan yeni düzenin, dünyanın neresinde olursanız olun, insan yaşamını derinden etkilediğini bu romanla bir kez daha görürüz.
Kitabın adıbile tek başına oldukça düşündürücü! Roman, iyi kitap okumayı bekleyen okur için kaçırılmayacak bir fırsat olarak karşımızda duruyor.
Mahcubiyet ve Haysiyet
Yazar: Dag Solstad,
Çeviren: Banu Gürsaler Syvertsen
Roman, 106 Sayfa, Yapı Kredi Yayınları, (1. Baskı 2018 – 17. Baskı 2025)