LOUİS DE BERNİÈRES -BİR KEZ DAHA- FETHİYE’DEYDİ! / GÖKHAN KORKMAZGİL

12 Haziran Perşembe günü İngiliz roman yazarı Louis de Berniéres, bir söyleşi ve kitap imzalama etkinliği ile bizlerleydi. Paspatur’da, Unique Collections’un önüne, halıcı, takı ve gümüş dükkânı ile butik arasındaki küçük meydana bir masa konulmuştu. Arkasında Türkiye’nin en güzel Türk Hava Kurumu şubesinin mavi – beyaz cephesi görülüyordu.
Ona ben “Fethiye’li Bernières” diyorum, çünkü yine gelmişti, çok iyi tanıdığı sokaklarda, yine dostlarıyla birlikteydi. Önce “Kanatsız Kuşlar”dan bir bölüm okudu, ara verildi, Nefis Pide’de bir şeyler yedi, bir Türk kahvesini bir Türk gibi içti ve soru – cevap bölümüne geçildi. Sıcak haziran öğleden sonrasında izleyicilerin çoğunluğu İngiliz Fethiyelilerdi.
Bernières’in Fethiye’ye her gelişi çok önemli, bir o kadar da anlamlı. Çünkü harika, soluk kesici, yürek yaralayıcı olduğu kadar pırıl pırıl görkemli bir roman olan “Kanatsız Kuşlar” kitabı Fethiye’nin (o dönemdeki adıyla Meğri) Kayaköy (o dönemdeki adı Levissi) kasabasında doğup gelişiyor. Kanatsız Kuşlar, geri planda bir mübadele destanı olması yanında, büyüsü bozulan bir coğrafyada kendini yeniden var etmeye çalışan Türk ulusunun ve onun büyük önderi Mustafa Kemal’in sıra dışı öyküsü. Söyleşide, Fethiye’ye defalarca geldiğini belirten Berniéres’in Kayaköy’ü, dokunaklı bir öyküyü dile getiren şiirsel ve olağanüstü şaşırtıcı romanın mekânını oluşturmuştur. Bugün bile Kayaköy’ün terk edilmiş taş sokaklarında dolaşırken duyduğunuz kuş cıvıltılarının romanın sayfalarından geldiğini hissedersiniz. Gözleriniz boşuna Karatavuk ile İbrahim’i arar. Ne biri ne öteki vardır ortada. Yalnızca sessiz taşlar, kör pencereler, ocağında incir ağacı büyümüş mutfaklar, terk edilmişlik ve hüzün karşılar sizi.

2011 Mayıs ayında Fethiye Kültür Sanat Günleri Programı kapsamında Bernières Fethiye’ye davet edilmişti. Fethiye antik tiyatrosunda ve Kayaköy’de söyleşilere katıldı ve kitaplarını imzalayarak okurlarla buluştu. Kendisiyle bir söyleşi yapma fırsatım olmuştu; o söyleşinin bazı bölümlerini, ses kaydından, kendi konuşma dilini değiştirmeden aktarmak gerek:
“O yıllardaki Kayaköy’ü betimlerken gerçeğe olabildiği kadar çok yaklaştığımı düşünüyorum. Kasabada Hristiyanlar ve Müslümanlar birlikte yaşıyorlardı. Bilmiyorum ama muhtemelen birkaç Ermeni, birkaç Musevi de vardı diye düşündüm. Ama bir eczane vardı, demek bir eczacı vardı orada ve öyle bir kasabada mutlaka bir çömlekçi vardı, çömlek ustası vardı ve yemek yapıldığına göre mutlaka bir kalaycı, bir bakır ustası vardı, yemek pişirecek kap kacak yapan ve aynı zamanda evlerin yanında sarnıçlar vardı yağmur suyunu topladıkları. Bu görülebiliyordu ve dışarıda tuvaletleri vardı ve genelde o dönemlerde iki katlı binalarda kışları özellikle alt katlarda hayvanlar barınırdı ki, sıcaklıkları üst katı ısıtsın. Ve ben de bunun orada öyle olduğunu varsaydım, o yüzden orada yaşayan nüfusun nasıl oluşabileceği hakkında genel bir fikrim oluşmuştu. Esasında orada gerçekten kimler yaşıyorlardı, gerçekten nasıl yaşıyorlardı bunu tam olarak bilmiyorum. Bu yüzden ben Kayaköy’e çok benzeyen kendi hayali kasabamı yarattım. İstediğim kadar hayatın hikâyesini böylelikle söyleyebilirdim. Ve bizim mesleğimizin hilesi de gerçeğe benzeyen hayatlar yaratmak. Tabii, hedeflenen şey daha çok bir mecaz esasında, metaforik bir gerçek yaratmak.”

“Dört defa gittim Salı Pazarına. Orada tişörtlü bir hanımdan bahsediyorum, hepsi benim orada gözlediğim o bölümde geçenler. Gözlemlerimden yazdım. O pazarı çok seviyorum, yarın da gideceğim pazara. Çocuklarım ve kendim için hediye almak istiyorum. Kendimi burada Fethiyeli gibi hissediyorum.”
“Bir romanı yazmak için bir hikâye yakalamam lazım. Çanakkale’de çok güzel şeyler var, bir tarihçi için. Ama bir hikâye de yakalamam lazım. Henüz öyle bir hikâye yakalamış değilim, Çanakkale üzerine tekrar yazmak için. Şimdi Çanakkale’de bulduğum en iyi hikâyeleri kullandım. Kitapta bir bölüm var, iki hat arasında, bir askerin ağlayarak orda durduğu bir sahne ile ilgili bölüm var kitapta. Hatırlarsanız, ateşkes bittikten ve savaş tekrar başlamak üzereyken, yaralı düşman askerinin o ağlaması, acısı üzerine bir Türk askeri kendi süngüsüne bir beyaz çamaşır asıyor ve onu sallayarak ve o siperden çıkıyor, o yaralı askeri taşıyor ve diğer İngiliz siperlerine kadar götürüp bırakıyor. Ve sonra kendi siperine geri dönüyor. Bu hikâye ile ilgili her iki tarafta da belge var. O yüzden bu hikâyenin doğru olduğunu biliyorum. Tekrar Çanakkale yazabilmek için bunun gibi çok yeni iyi hikâyelere ihtiyacım var. Ve şimdi sanırım Türk romancılarının yazması gereken bir şey bu. Benim bildiğim bir romancı var Çanakkale üzerine yazan. Türkler tarafından yazılması gerekiyor artık, onlar tarafından yazılmaya başlanması gerekiyor.”
Paspatur’un şahane atmosferindeki söyleşi uzun alkışlarla sona erdi. On dört yıl önce konuştuğum Bernières neredeyse hiç değişmemişti, yıllarla başa çıkmayı iyi becermişti. Yaklaşıp ona Fethiye’ye kaç kez geldiğini sordum, “altı kez” dedi. Sağ yakasına taktığı nazar boncuğu (bilmem kendisi mi iliştirmişti) bu topraklara, bu kültüre ne kadar yakın durduğunun alçakgönüllü bir simgesiydi. Kitaptaki bir tümce aklımda kalın harflerle belirdi: “Tokadı kendi suratına çakan, gözyaşlarını dışa akıtmamalı” demişti Bernières. Ama o, İngiltere’den çıkıp gelen adam, içe akıtılan gözyaşlarını da görmüş, insan duyarlılığına usta yazarlığını eklemiş ve bu destanı yazmıştı.
