HİNDİSTAN NOTLARI 5 – YOLDA – GÖKHAN KORKMAZGİL

Yazı ve Fotoğraflar: Gökhan Korkmazgil

Otobüse binip yerlerimizi arıyoruz, bulamıyoruz. Aşağıda plastik bir tabaktan parmaklarıyla pilav yiyen şoförün yanına varıyoruz. O bizi şalvarlı entarili muavine teslim ediyor, muavin şoförden daha iyi İngilizce biliyor, bizi tekrar otobüse sokuyor. İki kişiyi kaldırıp yerlerine bizi oturtuyor. Jaipur’a doğru yola çıkacağız, Delhi ve Agra’dan sonra “Altın Üçgen”i tamamlayacağız. Önceki gün Delhi’den Agra’ya iki yüz on kilometrelik yolu otobüsle dört saatte gelmişiz, bugün biraz akıllanmışız, muavine yolun ne kadar süreceğini soruyoruz. “Altı saat veya on saat” diyor, sonuna da “ummidhey” diye bir sözcük ekliyor. Onların dilinde “inşallah” demekmiş, sanırım “ümit etmek” sözcüklerinden gelmiş. Yol iki yüz kırk kilometreymiş, İstanbul’dan Delhi uçuşu bile beş buçuk saate bitiyor, bu ne biçim mesafeymiş, boyuna bakmadan on saat sürüyor! Yolu gördükten sonra, altı saat veya on saat hiç önemli değil, sağ salim vardığımıza şükredeceğiz.

Bu yol nereye gidermiş? Agra’dan çıkıp dağlardan, ovalardan geçer, Jaipur’a gidermiş. Aslında yol yerinde durur, bir yere gitmezmiş. Bir yerden bir yere giden arabalarla insanlarmış. Biz bunu bilirmişiz, lafın gelişi öyle söylermişiz. Buraya kadar, Hindistan’da da mesele aynı, yol yerinde duruyor. Ama arabalarla insanlar bir yere gidemiyor!

Arkasına ufak bir römork bağlamış bisikletler, üzerine beş kişinin bindiği iki tekerlekli motosikletler. Sepetine tepeleme yük yığılmış üç tekerlekli motosikletler. Bir köylünün ittiği üç tekerlekli yük arabaları. Bir katırın çektiği dört tekerlekli ahşap arabalar. Bizdeki patpat arabasına benzeyen, aslında hiçbir şeye benzemeyen motoru dışarıda, sürücüsü tepede acayip arabalar. Her parçası bir diğerinden alınmışa benzeyen, nasıl olup da yürüdüğüne akıl erdirilemeyen otomobiller. Onca süsün arasında ne olduğu zor seçilen kamyonetler, içleri tıka basa dolu minibüsler. İkisi birbirine yapıştırılmış da yapılmış gibi görünen upuzun otobüsler. Kasalarında insanlarla hayvanların beraberce yolculuk ettiği kamyonlar. Arkasına peş peşe iki römork daha takılmış, simsiyah dumanlar çıkararak ilerleyen daha büyük kamyonlar. Kornası takılı kalmış da hiç susmayacakmış gibi bağıra bağıra gelen devasa karayolu tankerleri.

Bütün bu envaiçeşit taşıt, hem gidişte hem gelişte, hem yokuşta hem inişte, peş peşe dizilmiş, yol almaya çalışıyor. Bir bakıyorsunuz, gidiş şeridinizde, karşıdan bir kamyon kornaya basa basa geliyor, sıkışmış trafik iyice sıkışıyor, kamyon bir yan yola sapıp, hiçbir şey yapmamış gibi gözden kayboluyor. Beş – on dakika ağır aksak yol aldıktan sonra araç akışı uzunca bir süre duruyor, yeniden hareketlenip ilerleyince trafiğin neden durduğunu görüyorsunuz: Kamyonetin biri yarısı yol kenarında, yarısı yolda durmuş, sürücüsü durduğu dükkânın önünde bir şeyler yiyor. Bir sonraki duraklamanın nedeni yolun ortasında dikilen bir inek oluyor. Traktörlerden hiç bahsetmemek gerek, hem yavaş ilerliyorlar, hem arkalarına takılı zirai makineler her yöne çıkıntı yapıyor. Korna marifetiyle bile geçmek zor, mecburen peşine takılıyorsunuz arkasında upuzun kuyruklar oluşturuyorsunuz. Bir kasabanın yol ayrımında trafik iyice sıkışmış, arapsaçına dönmüş.

Giyimlerinden trafik görevlisi oldukları belli iki kişi, resmi arabalarına yaslanmış sohbet ediyor, olan biteni sadece izliyor. Dünyanın bazı yerlerinde devlet çalışanları önemlidir. Ülkesini sever, toplum düzenini sağlar, insanlarını önemser. Dünyanın geri kalanında ise memurlar için başka kurallar geçerlidir. Bu kurallar genellikle “çalışma – karışma – konuşma” biçiminde özetlenir. Trafikçiler bize bakıyor, biz geçerken onlara bakıyoruz, otobüsün hızı nedeniyle bu bakışma uzun sürüyor.

İnsanlar didinip duruyor. Her ağacın dibinde bir insan toprağı eşeliyor. Her çalının bir insanı var, yeri tırmalıyor. Yarı beline kadar çamurun içindekiler bir şeyler dikiyor. Kırsal kalabalık, bir karınca sürüsü gibi ovaya yayılmış, gidiyor, geliyor, çöküyor, kalkıyor, bir şeyler ekiyor. Her ekili alanda onlarca insan tarlayı kazıyor, ekmeğini topraktan çıkarıyor. Ovalar “emek, emek” diye inliyor, tepeliklerdeki geniş malikâneler hiçbir şey dinlemiyor.

Galiba Hindistan’ı anlamak Delhi’yi, Agra’yı, Varanasi’yi, Mumbai’yi görmek kadar, bir karayolunda şehirden şehre gitmekle olacak bir şey. Yol boyu manzaraları, uğraşıp duran insanları, bir yerlerden gelen, hiçbir yere gidemeyen yorgun arabaları görmek gerek.

Yolun bin türlü hali olurmuş, insanlar gider, gelir, yol yerinde dururmuş. Nereye vardığın değil de, yolun kendisi önemliymiş, Hint felsefesi işte tam da buymuş. Emek verir, sabreder, çile çekermişsin, iyi bir insan olmayı becerirsen sonrasında ruhun kurtuluşa varırmış.

“Altın Üçgen”in yolları çile yolları, biz de sabredelim, elbet bir yere varacağız. Bu dünyada değilse de, başka yaşamlarda mutlu olacağız. O vakte kadar, her sıkıştığımızda “ummidhey” diyeceğiz!

Yorum, görüş ve önerileriniz