HİNDİSTAN NOTLARI 3 – ŞEHİRDEN ÇIKIŞ – YAZI VE FOTOĞRAFLAR: GÖKHAN KORKMAZGİL

Delhi’den çıkacağız, Agra’ya gideceğiz. Söylemesi ne kadar kolay geliyor! Tac Mahal’i ve daha neleri göreceğiz, insan beklenti içinde hayaller kuruyor. Nereden bilirdik ki, önce şehirden kurtulmak gerekirmiş, bu bile başlı başına bir iş sayılırmış! Her koltuğu farklı renkteki otobüsümüz, bir de kliması çalışsa pek güzelmiş. Bu sıcakta bu kadar insan, niye evinde oturmaz, durmadan bir yerlere gidermiş?

Delhi şehri uğulduyor, inliyor, sanki yüzyıllardır can çekişiyor. Şehrin insanları milyonlarca kolu – bacağı, kafası – gözü olan, hiç durmadan kımıldayan tek bir canlı gibi devinip duruyor. Şehrin beton, taş, tuğla, ahşap duvarlardan, kiremit, tahta, çinko, naylon çatılardan, yani yüz binlerce parçadan oluşan bir derisi var. Asfalt, parke, toprak yollardan oluşan yarı tıkalı damarları var. Miskin miskin akan, kirli suları çalkalanıp duran kanallardan oluşan bağırsakları var. Nietzche “yeryüzünün bir derisi vardır ve bu derinin hastalıkları vardır. Bu hastalıklardan birine de insan denir” diye yazmış. Bakıyorum, “hah,” diyorum, “sanırım buraları görmüş de öyle yazmış!”

Bindiğimiz otobüsün şoförü, önündeki aracı sağından geçiyor; Hindistan’da bu normal, çünkü trafik İngiliz usulü soldan işliyor. Bir sonraki aracı bu sefer solundan geçince bizim için işler karışıyor, hâlbuki Hindistan’daysanız bu da son derece normal. Yol hakkı kimdeymiş, niye karşıdan da başka bir araç gelirmiş, hiçbir zaman belli olmuyor. Bütün sürücüler yolda kendilerinden başka kimse yokmuş gibi ilerliyor. Bunu yaparken de hiçbiri kornadan elini çekmiyor. Galiba burada korna çalmanın tek bir anlamı var: “Ben geliyorum, herkes kaçsın!” Ufacık arabaların bile “Vooonk” diye ses çıkaran güçlü kamyon kornaları var. Arkanızdan canhıraş bir korna sesi gelince ne yöne kaçacağınızı bilemiyorsunuz. Çizgi filmlerdekine benzeyen, tekerlekleri yerinden fırlayacakmış gibi ilerleyen küçük bir araba, tozu toprağı birbirine katarak yaklaşıyor, sağınızdan mı solunuzdan mı geçecek onu zaten kestiremiyorsunuz. Şaşılacak biçimde herkes bir şekilde yolunu buluyor, sanırım yol hakkı en çok ses çıkaranın oluyor. Yüreğimiz ağzımızda koltuğa iyice büzülüyoruz, Türkiye trafiğine alışık olan bizlere bile bu kadarı fazla geliyor.Arkanızdan canhıraş bir korna sesi gelince ne yöne kaçacağınızı bilemiyorsunuz. Çizgi filmlerdekine benzeyen, tekerlekleri yerinden fırlayacakmış gibi ilerleyen küçük bir araba, tozu toprağı birbirine katarak yaklaşıyor, sağınızdan mı solunuzdan mı geçecek onu zaten kestiremiyorsunuz. Şaşılacak biçimde herkes bir şekilde yolunu buluyor, sanırım yol hakkı en çok ses çıkaranın oluyor. Yüreğimiz ağzımızda koltuğa iyice büzülüyoruz, Türkiye trafiğine alışık olan bizlere bile bu kadarı fazla geliyor.

Sanki otobüs şoförümüzün iradesiyle ilerlemiyor da binlerce başka arabayla birlikte sürükleniyor. Buna ilerleme denirse, dura kalka yol alıyoruz. Yüz metrede kaç kere durmuşuz, ne kadar durmuşsak o kadar hareket etmişiz, azıcık mesafeyi çokça zamanda gitmişiz. Sonunda çok geniş bir meydanı araba sürüsüyle birlikte dönüyoruz, çıkış yolunu buluyoruz. Kalabalıktan, trafikten ve şehirden kurtuluyoruz. Ya da biz öyle sanıyoruz. Önce şehrin kenar mahallelerini geçiyoruz. İnsan kalabalığı azalmıyor, üstüne bir de hayvanlar ekleniyor. Biraz daha kırsala ilerliyoruz: Yol kıyısında derme çatma kulübeler, bataklık kenarlarında kurulmuş köyler. Başıboş dolanan inekler, sürüler halinde koşuşturan köpekler.

Bizimle aynı yöne gidenler kadar, karşıdan gelenler de var. Demek ki şehirden kurtulmayı başaranlar kadar, şehre girmeye çalışanlar da varmış. Allah kimseyi bu yola düşürmesin, amanın, tövbe, kimseyi de yoldan çıkarmasın, ülkeme dönünce asfaltı öpeyim, beterin beteri varmış.

Otobüsün kornası kısa süreli sustuğunda hoparlörlerden oynak Hint müziği duyuluyor. Yol kıyısında uyuklayan köpekler bile korna sesine dönüp bakmıyor. Çıldırtıcı bir yavaşlıkla, azıcık ilerlemek bile yolculuktan sayılıyor.

Bakalım daha ne kadar böyle gideceğiz, onu da yolda öğreneceğiz.

Yorum, görüş ve önerileriniz