HİNDİSTAN NOTLARI 10 –  İNANÇ

Yazı ve fotoğraflar: GÖKHAN KORKMAZGİL

İnanmak ve bilmek iki ayrı şeydir, bilip de inananla, önce inanıp sonra bilir olan, iki farklı kişidir. Goethe “ancak az şey bildiğimiz zaman bilgimizden emin olabiliriz” demiş. Bir de şunları söylemiş: “Dünya ve insanlık tarihinin asıl, biricik, en derin ve öteki bütün konuların üstünde olan konusu, inançsızlıkla inanç arasındaki çekişmedir. İnandığımız şeyin, bir yabancının ağzından tekrarlandığını duymak bize zevk verir.“

İnanç, felsefede en geniş tanımıyla bir kişinin belli bir iddiayı ya da varsayımı, sezgisel yol ile (hissederek) “doğru” ya da “yanlış” kabul ettiği psikolojik bir durum olarak ifade edilir. İnanç neredeyse her zaman hiçbir kanıt veya insanı aradığı gerçeğe ulaştırabilecek iz olmadığında bile kesinliği ifade eder. Bu kanıta ihtiyaç duymama durumu, inancın akıldan bağımsız olduğunu veya akılla çatıştığını ve belirli gerçeklere ulaşmada akıldan üstün olduğunu savunmaya kadar varır. İşler asla tanıtlanamayacak olanın kabul edilmesiyle sonuçlanır.

Düşünürler, aklı erenler inanç üstüne çok kafa yormuş. Montaigne “insanların en çok inandıkları şeyler, en az anladıklarıdır” demiş. Julius Caesar “genellikle insanlar, arzu ettikleri şeylere kolayca inanırlar” demiş. Ernest Renan “insanları inandıkları şeylerden vazgeçirmek, bir şeye inandırmaktan daha zordur” demiş. Herodot “insanlar kulaklarına gözlerinden daha fazla inanırlar” demiş. En vurucu sözleri de sona sakladım; Euripides “inanan kişinin bir açıklamaya ihtiyacı yoktur” derken, Nietzsche de “inançsızlık büyük strestir, buna ancak güçlü insanlar dayanabilir” demiş.

Tanrıların ve kehanetlerin ülkesi Hindistan’dayız. Gerçek hayatta insan öylesine önemsiz ve değersiz. Yaşamın ruhani boyutunda ise hiçbir şey anlamsız ve rastlantısal değil, her şeyin bir amacı var. Başka dinlerdeki gibi, bu dünya bir sınav yeri. Sabreder, iyi sınav verirsen öteki yaşamların daha iyi olacak belli ki. Bu dünya geçici, zaten insan bedeni dediğin nedir ki? Yaşamından şikâyet edemezsin, çünkü karma vardır. Karma, kişinin, geçmişinin yükünü taşımasıdır, önceki yaşamındaki hatalarının bedelini ödemesidir. Bir kişi, daha iyi bir yaşama sahip olan birisini kıskanmıyorsa, bu onun yüce gönüllülüğünden değildir. “Demek ki önceki yaşamında çok iyi biriymiş, bu iyi yaşamı hak etmiş” diye düşünür. Kendilerinden daha sefil durumda yaşayanlara acımazlar, “ettiğini bulmuş” derler. Bu toplumu dışarıdan gözlemleyen bizlerin hoşgörü sandığımız, derin bir kayıtsızlıktır, “herkes hak ettiği gibi yaşar” diye düşünürler.

Ağustos böceği ile karınca gibi, yazın çalışmışsan kışın karnını doyurabileceksin, çalışmamış, gezip eğlenmişsen, boş boş şarkı söylemişsen sonra aç kalacaksın. Ya da emeklilik gibi, emeklilik öncesi yaşamında “iyi bir çalışan”san, hakkını aramadan, hiç ses etmeden ha bire üretmişsen, emeklilik sonrası yaşamında maaş alacaksın. Örnek bir çalışan olmayıp durumundan yakınıyor, sisteme uyum sağlamıyorsan sonraki yaşamında işin zor, kim bilir ne yapacaksın. Atasözüne benzer bir deyiş bile var; “evvel yediğin hurmalar, gün gelir popişini tırmalar” gibi. Aynı teslimiyetçi, kaderci felsefenin farklı yüzleri.

Hindu dininde yaradılış tanrısına Brahma deniliyor. Brahman da âlimler sınıfına mensup olan kimse anlamına geliyor. Brahman olmaya çalışmak, Hint felsefesi geleneğinde hem içkin hem de aşkın olan, yani hem evrende hem de kendisinde var olan en yüksek varlığa ulaşmanın, en yüksek hedef olarak amaçlandığı durumdur. Hint felsefesi geçmişi ve geleceği değil yalnızca “şimdiki an”ı esas alır ve Brahma’nın her zerrede var olmasından dolayı insan ruhunda da o “Öz”ün (tanrının) var olduğunu ve tüm varlıklarda ondan bir parçanın bulunduğunu öne sürer. Anlaması zor, gündelik hayat için şöyle kolaylaştırılmış bir tanım öne sürülebilir: Bir Brahman’ın dört görevi vardır: Soyun devamı, uygun davranış, ün kazanma ve halkı olgunlaştırma. Olgunlaşmış halkın da Brahmanlar’a karşı dört ödevi vardır: Onları onurlandırmak, hediyeler vermek, canlarını sıkıcı işler yapmamak ve onları öldürmemek!

Sadular çileci bir yaşam sürüp sadakalarla hayatını sürdüren, kendini dünya nimetlerinden uzaklaştırmış kişilerdir. Hint inanışına göre, eğer aç kalan bir Sadu varsa, dünyanın sonu geldi demektir. Dünyadaki son Sadu ölmeden kıyametin kopmayacağına inanılır. Saçlarını kestirmezler, yalnızca yaşayacak kadar yerler, halk tarafından beslenirler, büyük saygı görürler. Sadu’lara halk kutsal gözüyle bakar, çünkü kendilerinin dünyevi hayatta işledikleri günahları, bu münzevilerin üzerlerine yüklendiklerine inanırlar. Sadu’lar yüzlerine, vücutlarına kül sürerler, safran rengi giyerler. Hindu inancına göre reenkarne olmadan doğrudan cennete girerler. Birçok metne konu olmuş bildiğimiz çivili yatak, yani Sadu tahtası onların çileci yaşamlarını sembolize eder.

Swami, feragat yolunu seçen bir münzeviye verilen onur verici bir unvanmış. Swami kelimesi Hindu felsefesinin ustası veya öğretmeni olarak tanımlanırmış. Swami, “üstat” anlamına gelir ve duyuları üzerinde tam bir ustalık kazanmış bir keşişi ifade edermiş. Turuncu giysili Swamiler kendi benliğinin efendisi olan kişilermiş.

Mahatmalar varmış, eski Hint dillerinden gelme, “Büyük Ruh” anlamında bir kelime. Hindistan’da, Nepal’de, Himalayaların ıssız bölgelerinde, kimsenin bilmediği ıssız yerlerde yaşarlarmış. Önemli ruhani kişilermiş, başkalarının ruhlarını kurtarmak için kendi manevi gelişmelerinden feragat eden saygıdeğer ermişlermiş. Hindistan Bağımsızlık Hareketi’nin lideri Gandi’ye de bu isim verilmiş.

Sihler reenkarnasyona inanıyor. Onlar tüm yaratıkların, öldükten sonra farklı bedenlere geçen bir ruha sahip olduğunu düşünüyor. Bu ruh göçü bağımsızlığa, özgürlüğe ulaşılana kadar devam ediyor. Sih dini kurtuluşun tek yolu olarak görülmüyor; diğer dinlerden insanlar da kurtuluşa erebiliyorlar. Bu da iyi bir şey, içimizi ferahlatıyor!

Samsara yaşamın döngüsünü, ölümü ve yeniden doğuşu, var oluşu ve yok oluşu tanımlar. Budizm geleneğinin amacı bu döngüyü terk etmektir. Mokşa ise özgürlük, kurtuluş demektir, yeniden doğuştan veya Saṃsara’dan kurtuluş anlamına gelen bir kavramdır. Swaraj da tüm kısıtlamalardan kurtulmaktır, özgürlükten çok daha fazlasıdır, özyönetimdir, nihai kurtuluşla eş tutulabilir.

Hindistan’da inanç sistemini bir bütün olarak kavramak mümkün değil. Aynı dinin birçok farklı mezhebi var, aynı mezhep içinde bile türlü açılımlar görmek olası. Düşünsenize, yolunu kaybetmiş bir insan kalkıp bir mezhebe gitsin, sonra yolunu hepten kaybetsin! Yine de, ortak paydalardan biri spiritüalite. Spiritüalizm öteki dünya veya sonsuzluk gibi manevi kavramların alanı içinde kalır. Fiziksel gerçekliğin yanı sıra takipçilerin medyumlar aracılığıyla erişilebileceklerine inandıkları bir ruh dünyasının var olduğu fikrine dayanır. Sonunda var olan gerçeklikten çok insanın ruhsal boyutu önemli hale gelir. Tümünde mürid – mürşit, usta – çırak tipi bir spiritüel bağlanma gözlenir.

Bu mezhepler hep ezoterik temellere oturur. Yani bilgi ve görgülerin kapalı bir topluluk içinde ve aşamalı olarak verildiği bir çalışma ve öğreti sistemi kurulmuştur. Bilgi aslında içsel ve gizlidir, ancak hak ederseniz size verilir. Bir mürit, mezhep içinde başkalarından saklanan, duyurulmayan, saklı kalan derin grupların ibadet ve faaliyetlerine ancak kendini kanıtladığında girebilir.

Mezheplerin çalışma yöntemlerinde genellikle dalınç, yani meditasyon görülür. Bir tür derin düşünmedir, bir yandan da zihni düşüncelerden arındırma veya zihinsel enerjiyi bir noktaya yoğunlaştırma demektir. Yani öyle bir düşüneceksin ki sonunda düşünmez olacaksın! Anlaşılması zor gibi geliyor, hâlbuki başka ruhani konularda olduğu gibi bir ön-kabul yeterli oluyor! Nefesini tut, belli noktalara odaklan, gündelik düşüncelerinden uzaklaş, kendi iç dünyana doğru bir yolculuğa çıkarsın, olumlu bir ruh haline bürünürsün. Tefekkür gibi bir şey; günahlarını, evreni, varlıkları, doğayı, yaratıkları, Yaradan’ı ve kendini düşünür, gördüğün varlıklardan, evrendeki düzenden ders çıkarırsın!

Mezheplerin müritleri arasında paranormal olaylarla karşılaşmayan yoktur. Olup biteni fizikokimyasal yasalarla açıklayamazsan telepati, psikokinezi gibi açıklamalar el altında durur, böyle açıklamak kolay olur. Ruhani dünyalara adım attığında doğaüstü olayları da görmeye başlarsın. Mutlaka tüylerini diken diken edecek bir şey bulunur, terk edilmiş varlıklar gelir sana musallat olur.

“Tanrıların ve kehanetlerin ülkesi Hindistan’dayız” demiştik ya, kenar mahallelerde ve kırsalda yoksulluk, hiçbir soruya ihtiyaç duymayan bir cevap gibi ortada duruyor. Soyun yirmi kuşaktan beri yoksulmuş, sen de yoksulsun. Yoksulluğunun yanında inancın var, o da sana sorulmadan verilmiş. Yoksulluğun ve inancın içine doğmuşsun. Dipsiz boş kuyular kadar yoksulsun. Başka bir şeyin yok, yokluğu inancınla doldurmuşsun. Zirvesi göklere değen dağlar kadar inançlısın. Gidip bir tarikatın müridi olmaktan başka yolun yok. Yoksulluğun yüzünden itilip kakılıyorsun, inancın sayesinde saygı görüyorsun. İnancına saygısızlık edeni, ucu eğri sepetçi bıçağınla vurup öldürüyorsun. Ölüm de yaşam gibi değersiz ve sıradan, sen zaten doğduğundan beri yaşarmış gibi yapıyorsun.

Hindistan’da şunu anlıyorum ki, insanın iki gözü var ya, meğer iki görünmez gözü daha varmış. Biri akıl gözü, öbürü inanç gözüymüş. Biri açılınca öbürü “çat” diye kapanır, insan dünyaya sadece biriyle bakarmış. İnancın gördüğünü akıl görmez, aklın bildiğine inanç değer vermezmiş. Akıl yukarıdan emir buyursa da, inanç bu, ferman dinlemezmiş.

Yorum, görüş ve önerileriniz