HİNDİSTAN NOTLARI – 1 / “OLANAKSIZLIKLAR DİYARI”

Yazı ve fotoğraflar: Gökhan Korkmazgil

Hint inancında, evrenin başlangıcında ilahi varlıkların en yücesi olarak kabul edilen Brahma yaratıcı tanrıdır. Dünyayı korumak Vişnu’ya, kozmik reenkarnasyon yoluna devam etmek ise Şiva’ya kalmıştır.

Boşlukta, sonsuz bir okyanustan başka hiçbir şeyin olmadığı zamanlarda Hiranyagarbha adlı altın bir yumurta ortaya çıkar. Yumurta kırılır, içinden sonsuz bir ışık yayılır, ışıktan kendini yaratan Brahma var olur. Kutsal bir lotus çiçeği üzerinde oturarak “ol” der, evreni, dünyayı, (en azından Hindistan’ı) ve diğer şeyleri yaratır. Ayrıca buraları dolduracak ve üzerinde yaşayacak insanları da yaratır.

O zamandan beri Hindistan’daki insanlar “ol”makla “ol”amamak arasında gidip gelirler.

Bundan dört yüz yıldan fazla zaman önce Shakespeare, Prens Hamlet’e “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!” dedirttiğinde elbette bunu Hintliler için söylememişti. Bu ifade, yaşamak (olmak) veya ölmek (olmamak) anlamına gelir. Hindistan’da insanlar bugün bile yaşamanın mı yoksa ölmenin mi daha iyi olduğu hakkında düşünür durur.

Olanak, olabilecek durumda bulunma demektir, bir şeyin meydana gelebilme yeterliğinin var olduğunu bilmektir. Olanaksızlık da olma ihtimalinin bile olmamasıdır. Yusuf Atılgan Anayurt Oteli’nde “Olanakların, olasılıkların bir sonu bulunabilirdi belki zamanla” diye yazmıştı, burada zamanın da sonu yok, olma işinin de. Atılgan “Değişmez tek bir kesinlik vardı insan için: Ölüm” demişti. Burada ölüm bile kesin değil, çünkü öldükten sonra dünyaya tekrar geliniyor, pekâlâ yeni baştan yaşanıyor.

Delhi, Agra ve Jaipur… Uzak diyarların masalsı isimleri sanki. Kalküta, Varanasi ve Maisur… Eski Hint metinlerinden dizeler mırıldanır gibi. Mumbai, Amritsar ve Jodhpur… Hindistan’ın şehirlerini sayarken büyülü yerlerin isimlerini söyler gibi hissedersiniz. Üstelik doğrudur da. Her biri kendince büyülüdür, her şehrin sihri kendine özgüdür.

Hindistan’ı anlamak için aklımız yetmiyor, duygularımızı da yardıma çağıralım. Bu muazzam ülkede her şey nasıl yerinde duruyormuş, ne zaman kalkıp yürüyormuş, dünya ne yönden dönüyormuş, kimsenin bilmediğini onlar nereden biliyormuş, anlamaya çalışalım.

Hindistan’ın nüfusu Çin’inkini geçmiş, bir buçuk milyara dayanmış. Hesaplarsanız, dünyadaki her altı kişiden biri bu ülkede yaşarmış. Bu denli derin bir yoksulluk içinde bu insanlar nasıl böyle zenginlikler yaratmış? Bir rupi bizim paranın bile yarısı ediyor, bir lirayla iki rupiden fazlası alınıyor, yüz milyonlarca insan şu dünyada “bir lokma, bir hırka”yla mı yaşarmış?

Mistik deneyimlerin hikayeleştirildiği, gizemciliğin el üstünde tutulduğu, kaderciliğin en üst düzeyde kabul gördüğü bir toplumu başka dini ölçütlerle yargılayamazsınız. Yarı bilinir yarı bilinmez, akışkan –  değişken öğretilerle yoğurulmuş, dini sezgilerin yol göstericiliği ile yolunu bulmuş insanları maddeci bakış açısından sıyrılmadan anlayamazsınız. Öyle bir hafta on gün için Hindistan’a gezmeye gelmişsek anlamaya çalışmaktan vaz geçip hissetmeye, tadını çıkarmaya bakmalı.

Bu yazı dizisini Delhi, Agra ve Jaipur’u kapsayan, on gün süren yolculuğun notlarından oluşturdum. “Altın Üçgen” diye adlandırılan bu kentler arasındaki yollar ve kırsal bölgeleri de kapsayan yolculuk gözlem, düşünme ve fotoğraf çekme için şahane bir fırsat oldu.

Yorum, görüş ve önerileriniz