HİKÂYELERİN GÜCÜ / ALBERTO MANGUEL – KELİMELER ŞEHRİ / ÖNDER ATAY
Arjantinli yazar Alberto Manguel kitapların, kütüphanelerin, okumanın tarihi üzerine çok değerli yapıtların yazarı olduğu gibi aynı zamanda tutkulu bir okurolarak da bilinir.
Yazarın Okumanın Tarihi, Okumalar Okuması, Okuma Günlüğü, Geceleyin Kütüphane ve Merak gibi çok sayıda deneme, inceleme yapıtının yanı sıra romanları da vardır.
Bu yazıda inceleyeceğimiz Manguel’in Kelimeler Şehri kitabı, değindiği konuları ayrıntılı olarak ele alan beş denemeden oluşuyor. Bir bütünlük içinde yazılmış olan bu denemeler, ortak bir amacı hedeflemektedir. Yazar, insanlığın önemli değeri olmuş yapıtların anlattığı hikâyeler üzerinden, öteki’nin ne anlama geldiğini ve ona neden ihtiyaç duyulduğunu çözümlemeye çalışır. Bu çabası sırasında kitabın omurgasını oluşturan en önemli soruyu sorar: Hikâyelerin bizi ve içinde yaşadığımız dünyayı değiştirmesi mümkün müdür?
Ötekiyle Bir Arada Yaşamak
Manguel’e göre ortak paydamız olan dil, neden bir arada olduğumuzu öğreten en önemli unsurlardan birisidir. Dil, insanlık halinin en temel durumlarını açığa çıkararak, gerçeğin kendisini açıklamasını sağlar ve bize kim olduğumuzu anlatmaya çalışan hikâye anlatıcılarına ses verir. Manguel için dil, yalanı ya da doğruyu anlatan hikâyelerin kurulmasında önemli bir araçtır. Bu kelime inşası, hikâyelerin dogmaya dönüşmesine yol açtığı gibi edebiyat olarak gelişmesini de sağlayabilir. Edebi bir metin başka okumalara ve başka yorumlamalara açıktır. Edebiyat, dogmadan farklı olarak hem düşünce hem de ifade özgürlüğüne izin verir. Böylece kendini tekrar tekrar üretebilir.
Yazar, dilin dünya tahayyülümüzünasıl sınırlandırdığının veya genişlettiğinin peşine düşer kitap boyunca. Kimliğin tanımını kelimelerde ararken, bu arayışta hikâye anlatıcısının rolünün ne denli önemli olduğunu açıklamaya çalışır. Kendimizi ve başkalarını algılayışımızda, bize anlatılan hikâyelerin nasıl bir görev üstlendiğini de kitap boyunca dile getirir. Özellikle de ötekileştirmeyiortadan kaldırmada hikâyelerin etkisini tartışmaya açar.
Manguel’e göre her birimizin bir diğerine olan bağı, dilin yaratma ve aktarma gücü ile ortaya çıkar: Başkalarına, konuşmak ve söylediklerimizin bize aksettirilmesi için muhtacız. Bireysel olmayan insan yaşamı, öteki’nin varlığıyla zenginleşirken yokluğunda da fakirleşir.
Manguel, tek başımıza bir adımız ve yüzümüz yok derken, kendi özelliklerimizin farkına varmamızı sağlayacak bir yansımadan da yoksun olacağımızı dile getirir. Ancak bazen, varlığı aracılığıyla kendi varoluşumuzun farkına vardığımız öteki’ni, yaşamımız pahasına düşmanımıza dönüştürürüz. Kendimizi ondan daha fazla ayrıştırabilmek için onun yüzeysel niteliklerini abartırız. Oysa sonuçta ona yaptığımız şeyi aslında kendimize yapmış oluruz.
İşte bu noktada Manguel, Gılgamış Destanı ve Don Kişot gibi eserlerin, ötekini ne tür hikâyelerle, nasıl anlattığını ele alır. Kim olduğumuzu anlayabilmek için ikinci bir kişiye ihtiyacımız olduğunu anlatan hikâyelerdir bunlar. Yazara göre Gılgamış Destanı’nın bir öğretisi varsa, o da öteki’nin varoluşumuzu mümkün kıldığıdır. Varlığını kabul etmekten korktuğumuz şeyi geri çağırmamız önerilir bu destanda. Böylelikle onun varlığı huzurunda yaşamaya devam edebiliriz. Gılgamış, bencil ihtiraslarını ancak bu durumda vahşi Enkidu’nun bilgeliğiyle birleştirerek bütün bir birey olur. Kendi kimliğinin ne kadar önemli bir kısmını Enkidu’nun kapladığını ise onun ölümünden sonra anlar.
Manguel, Don Kişot ’u değerlendirdiği bölümde, Cervantes’in, yabancı olarak gördüğümüz şey aslında sürgüne mahkûm edilmiş benliğimizden ibarettir, sözünü hatırlatır. Burada amacı, İspanya’da Yahudi ve Arapların ötekileştirilerek sürgüne gönderilmesine dikkat çekmektir. 1492’de Yahudiler için çıkan sürgün fermanı, 1502’de Araplar için de çıkartılır. Din değiştirerek kalanların varlığı ise 1609’da İspanya topraklarında yasaklanır. Cervantes’in Don Kişot kitabı, yeni ihraç emri imzalanmadan dört yıl önce 1605’te Madrid’de yayımlanır. Manguel, Don Kişot’ta yer alan karakterlerin Arap karşıtı önyargılarına rağmen, Cervantes’in kitabını bir zamanların İspanyol’u, sonranın toplum dışına itilmiş Mağriplisi, yani reddedilen öteki olan egzotik bir yazarın eseriymiş gibi takdim etmeyi başardığını dile getirir. Sonuçta Cervantes, Gılgamış Destanı’ndakine benzer şekilde, gerçek benliğimize kavuşmak istiyorsak, dışarı attığımız ve yaftaladığımızın da bize ait olduğunu kabul etmeliyiz der.
Kötülüklerin kabahati, hep yoldan çıktığı düşünülen içimizdeki birilerinde midir? Yoksa surların dışında pusuda bekleyen düşmanda, zorla içeri girmekle bizi ebediyen tehdit eden barbarlarda mı yatar? İspanya’daki gibi yabancı olarak yaftalananlar her tarafta dışlandıktan sonra ne olacaktır? Oysa düşman olarak görülen öteki, bir tür çözüm yolu olarak kabul edilmişti. Manguel burada Kavafis’den bir alıntı yaparak sorar: Peki şimdi, ne yapacağız biz böyle barbarsız?
İnsanların birbirini anlaması için yaratılan hikâyelerin yayılmasını önlemek, Platon’un Devlet’inden başlayarak, sayısız iktidar tarafından tekrar tekrar yürürlüğe konmuş bir tedbir olarak ortaya çıkmıştır. Platon’a göre şairler, yani gerçek şeyi değil de hayalleri imal eden yapıcılar, şehirden uzaklaştırılmalıdır. Çünkü şiirlerin perisi senin devletine girdi mi, acı tatlı duygular kanunların yerini alır. Platon, bütün şairleri Troya’lıları tahta ata karşı uyarmak isteyen Kassandra gibi görür. Platon’un endişesi, Kassandra’nın lanetlenmiş olması değil de, lanetin etkili olmaması ihtimali, hatta Apollo’nun hilesine rağmen, okurların onun söylediklerine inanmayı sürdürmesidir. Böylece, eski çağlardan günümüze uzanan sansürün hedefinin, etkili hikâyelerin anlatılmasını ve okunmasını engellemek olduğu bir kez daha ortaya dökülür.
Hikâyeler Ne Oluyor?
O zaman, bunca tehlikeli görülen hikâyeler ne anlatır? Manguel, hikâyelerin ne anlama geldiğini Alman yazar Alfred Döblin’e dayanarak, dünyamızı ve başkalarını kaydetme yöntemi olarak değerlendirir. Hikâyeler belleğimiz, kütüphaneler bu belleğin depolarıdır ve okumak da bu belleği yeniden yaratabilmemize olanak veren beceridir. Böylece belleğini genişletmiş insan, hem kim olduğunu bilme yetisine hem de bir başkasıyla yüzleşmenin getirdiği farkındalığa ulaşabilecektir. Var olduğumuzu bilmek için algıladığımız ve bizi algılayan başkaları olduğunu bilmemiz gerekir.
Manguel’e göre hikâye anlatıcılığı, işte bu çift taraflı algılama için en uygun yöntemlerden biri olarak kendini gösterir. Bir hikâye, varoluşumuza belli bir bilinç kazandırmak istiyorsa, yalnızca toplumun yasallaştırdığı ya da uygun gördüklerine değil, aynı zamanda toplumun yabancı görerek dışladıklarına göre de biçimlendirilmelidir. Manguel, hikâyelerin topluma sıradan bir anlatı olarak kimlik kazandıramayacağını söyler. Hikâyeler, anlatının kelimeleriyle gerçekliğe kavuşturulabilecek tarihi toplumsal hakikatleri keşfeden, icat edilmiş kurmacalar olmalıdırlar. Anlatılan şeyin kulağa doğru gelmesi koşuluyla, bize bir arada yaşamda kalmanın yollarını sunan bir gelecek önerebilirler.
Manguel, toplum içinde iletişim yolu bulmanın, kendimizi anlaşılır kılmaktan geçtiğinin önemine vurgu yaparken, deneyimlerimizi kelimelere dökme sanatının da o ölçüde etkili olduğunu söyler. Örneğin, Gılgamış Destanı’nda, adaletsiz kralın ve vahşi adamın birbirlerinden öğrenecek şeyleri olduğu ve toplum yasalarının her ikisinin öğrendiklerinden de faydalanması gerektiğini dile getirir.Manguel’e göre çatışmalar, öteki’ne dair kurgulanmış algılar ve dışlamacı dogmalar yoluyla ortaya çıkar. Bunun önüne geçebilmek amacıyla karşılıklı olarak, ben buyum, ben seni böyle görüyorum, bunlar da bizi zaman ve uzamda bir arada tutan kural ve düzenlemeler diyebilmek için, bilgiyi sana aktaran bir ben olduğunu kabul etmek gerekir. Yazar için çatışmaya son vermenin yegâne yolu, dâhil edici olmaktır.
Kitabın bir bölümünde Manguel, Montaigne’nin Denemeler kitabına da değinir. Montaigne, sevdiği bir arkadaşından bahsederken denemelerinden birisini şöyle bitirir: Onu niçin sevdiğimi öğrenmekte ısrar edecek olursanız, bunu ifade edemem sanıyorum, ancak şunu söyleyebilirim: Çünkü o, o idi; ben de bendim. Arkadaşının kimliğini belirleyen ve onu sevmesine neden olan sebep, aralarındaki algılanabilir farklar değil, onu var eden öze ilişkin nitelikleridir.
Manguel, ötekileştirmenin neden olduğu çatışmaların sonlandırılmaması durumunda, bir süre sonra kendi yarattığımız sistemler tarafından öteki veya barbar ilan edilme tehlikesiyle karşılaşabileceğimizi öne sürer. Bu değerlendirmesinde örnek olarak, öncelikle Jack London’ın Cinayet Şirketi kitabını ele alır. Buradaki cinayet şebekesi, barbarlara (seçilecek kurbanlara) karşı tasarlanmış öylesine mükemmel bir toplumsal makinedir ki, durdurulması için yaratıcısının yok edilmesi gerekmektedir. Kitapta buna benzer başka bir örnek ise, Stanley Kubrick’in 2001 Uzay Macerası filmidir. Jack London’ın kitabındaki cinayet şebekesi gibi uzay gemisinin bilgisayarı Hal da hata payı olmayan bir makinedir. Yaratıcısının hayatı pahasına istenen hedefe ulaşmak üzere inşa edilmiştir. Gemiyi hedefine ulaştırmakla yükümlü olan Hal, bu görevin karşısındaki en büyük engelin insan zekâsının yanılabilirliği olduğuna hükmeder. Tüm hataların kaynağını, buna insan da dâhil olmak üzere saf dışı bırakmaya karar vermiştir. Çünkü programcıları, onun zihnine uzay gemisinin mürettebatını öldürme yasağı koymamıştır.
Eğer insanlık önlem almayı başaramazsa, yarattığı sistemler tarafından ötekileştirilen bu kez kendisi olacaktır. Manguel’e göre hayatın pek çok alanında yer edinen bu çarklar, ancak bir arada yaşamanın gerekliliğini dile getiren yeni hikâyeler aracılığıyla ortadan kaldırılabilecektir.
Kelimeler Şehri
Yazar: Alberto Manguel
Deneme, 139 Sayfa, YKY