SUSKUN KIYILAR – KORHAN KÜLÇE
Otobüs terminalinden çıktığında sabahın ilk ışıkları dağların üzerinden yeni süzülüyordu.
Erkan, elindeki küçük çantayı omzuna attı, derin bir nefes aldı. Hava tuz ve çam kokuyordu.
Fethiye sabahları, İstanbul’un hiçbir sabahına benzemiyordu.
Burada zaman yürümüyor, sanki nefes alıyordu.
On iki yıl boyunca şehirde yaşadı.
Bir reklam ajansında çalıştı, sabahlara kadar süren sunumlar, kampanyalar, bitmeyen teslim tarihleri…
Bir gün ofiste, dev bir ekranda “özgürlük hissi” anlatan bir reklam metni yazarken durdu.
Kendi hayatında o hissin neye benzediğini hatırlayamadı.
O an içinde bir şey kırıldı.
Kırık, sessizdi ama derindi.
Bir ay sonra istifa etti.
Evini kapattı, birkaç eşyasını satıp sırt çantasına koydu.
Ve nereye gideceğini bile tam bilmeden, sabahın erken saatlerinde yola çıktı.
Bir arkadaşının önerisiyle Fethiye’ye yöneldi.
Denizin ve dağların arasında, belki kendi sessizliğini bulurdu.
Kayaköy’ün eteklerinde küçük bir taş ev kiraladı.
Ev biraz yorgundu; duvarları çatlak, pencereleri paslıydı.
Ama içinde garip bir huzur vardı.
Erkan anahtarı çevirip kapıyı açtığında, hayatının bir dönemini kapattığını hissetti.
Yeni bir sessizliğe adım atıyordu.
I
İlk günler tuhaf geçti.
Sabahları erken kalkıyor, kahvesini demliyor, verandada oturup dağları seyrediyordu.
Şehirdeki hızın, burada karşılığı yoktu.
Zaman ağır akıyor, insan kendiyle baş başa kalıyordu.
Bu baş başalığın ağırlığı önce ürkütücü geldi.
Ama sonra o sessizliğin içinde bir tür huzur buldu.
Bir gün köy pazarına indi.
Tezgâhlarda domates, zeytin, el yapımı sabunlar, taze ekmekler vardı.
Yaşlı bir kadın, tarttığı zeytinleri uzatırken sordu:
— Yeni misin sen evlat?
— Evet, İstanbul’dan geldim.
Kadın başını salladı.
— Kaçan çoktur oradan. Ama kalabilen az.
Erkan o sözü aklına kazıdı.
“Kalabilmek…” diye mırıldandı.
Belki de artık sadece bir yerde değil, bir halin içinde kalmayı öğrenmeliydi.
II
O pazar günü, kalabalığın arasında birini gördü.
Kıvırcık saçlı, beyaz bir gömlek giymiş bir kadın, elinde küçük bir defterle dolaşıyordu.
Tezgâhlardaki insanlarla konuşuyor, notlar alıyor, bazen fotoğraf çekiyordu.
Bir ara göz göze geldiler.
Kadın gülümsedi.
Erkan hafifçe başını salladı.
Sonra kalabalığın içinde kayboldu.
Ama o kısa bakış, Erkan’ın gün boyu aklından çıkmadı.
Birkaç gün sonra, Çalış Plajı’nın sessiz bir köşesinde onu tekrar gördü.
Ayakkabılarını çıkarmış, ayaklarını kuma gömmüş, denize bakıyordu.
Yanına yaklaştı, tereddütle:
— Burada hep böyle mi sessiz?
Kadın başını kaldırdı, gülümsedi.
— Sessizlik değil bu aslında. Dikkatli dinlersen, her şeyin sesi var.
— Belki de ben daha yeni duymaya başladım, dedi Erkan.
Kadın elini uzattı:
— Ebru.
— Erkan.
Kısa bir sessizlikten sonra Erkan sordu:
— Tatil için mi geldin?
— Sayılır. Aslında bir süreliğine kaçtım.
— Neden?
Ebru derin bir nefes aldı.
— Her şeyden. Gürültüden, insanlardan, kendimden… Sen?
— Ben de.
İkisi de sustu.
Ama o sessizlik, rahatsız edici değil, tamamlayıcıydı.
Deniz dalgaları kıyıya vururken aralarındaki uzaklık yavaş yavaş eridi.
III
Sonraki günlerde sık sık karşılaştılar.
Bazen köy kahvesinde, bazen sahil yolunda yürürken.
Bir akşam, güneş batarken Ebru elindeki defteri gösterdi.
— Bir kitap yazıyorum, dedi.
— Ne hakkında?
— İnsanların neden kaçtığı hakkında.
— Peki sen neden kaçtığını bulabildin mi?
— Henüz değil. Ama sanırım burada biraz yaklaşacağım.
Erkan gülümsedi.
— Belki aynı şeyi arıyoruzdur.
— Belki de, dedi Ebru. Ama bazen aradığın şey seni bulur, sen fark etmeden.
Birlikte uzun yürüyüşlere çıktılar.
Kayaköy’ün taş yollarında, terk edilmiş evlerin arasında dolaştılar.
Ebru fotoğraflar çekiyor, Erkan ona eşlik ediyordu.
Bir gün Ebru eski bir evin duvarına dokundu.
— Baksana, dedi.
— Ne var orada?
— Sadece taşlar. Ama her taş bir hikâye tutuyor.
Erkan o an kadına değil, kendine baktı sanki.
Kendi geçmişinde de böyle taş gibi suskun anılar vardı.
Belki Fethiye’ye gelme sebebi, o taşları yerinden oynatabilmekti.
IV
Zamanla aralarındaki bağ derinleşti ama tanımı belirsizdi.
Ne arkadaşlık, ne aşk…
Sanki iki insanın birbirinin varlığında soluk almasıydı bu.
Bir akşam Erkan ona şöyle dedi:
— Şehirde hep bir şeyler yapmam gerekiyordu. Burada ise hiçbir şey yapmadan da var olabiliyorum.
Ebru başını salladı.
— Çünkü burada kimse senden bir şey beklemiyor.
— Ya senin kitabın?
— O da benden bir şey beklemiyor. Belki de hiçbir zaman bitmeyecek.
Deniz kıyısında oturdular.
Ay ışığı suyun üzerinde gümüş bir yol gibiydi.
Ebru’nun sesi alçaldı:
— İnsan bazen yanlış hayatta kalıyor, biliyor musun?
— Evet, biliyorum, dedi Erkan. Ben o hayattan yeni çıktım.
Bir süre konuştular.
Sonra sessiz kaldılar.
O gece ayrılırken Ebru, Erkan’a küçük bir taş verdi.
— Bu, Kayaköy’den. Orada buldum. Herkes bir hikâye taşımalı yanında, demişti yaşlı bir kadın.
Erkan taşı avucunda sıktı.
— Belki bu da yeni bir hikâyenin başlangıcı olur, dedi.
V
Ertesi gün Ebru ortalıkta yoktu.
Ne pazarda ne sahilde…
Birkaç gün geçti, Erkan endişelenmeye başladı.
Sonra köy kahvesinde postacıdan küçük bir zarf aldı.
Zarfın içinde Ebru’nun el yazısıyla yazılmış bir not vardı:
“Bir yerden kaçmak, bazen sadece yön değiştirmektir.
Fethiye bana bunu öğretti.
Şimdi biraz daha yürümem gerek.
Ama seni bulduğum bu sessizlik, bende kalacak.”
Altında küçük bir çizim vardı:
Bir dalga — kıyıya vurup geri çekilen.
Erkan zarfı katladı, taşın yanına koydu.
Sonra verandaya çıktı.
Rüzgâr denizden esiyordu.
Gökyüzü açık, hava berraktı.
Ebru gitmişti, ama garip bir şekilde içi boşalmamıştı.
Sanki onunla konuşmak, içinde uzun zamandır susturulan bir sesi uyandırmıştı.
O gece günlüğüne yazdı:
“Bazı insanlar hayatımıza kalmak için değil, bizi uyandırmak için gelir.”
VI
Günler geçti.
Ebru’nun defterine yazdığı cümleleri hatırladıkça, kendi kelimeleri çoğaldı.
Artık yazıyordu.
Her sabah deniz kenarına gidip oturuyor, gün doğarken kalemini çıkarıyordu.
Fethiye onun için bir terapi olmuştu;
bir öğretmen, bir ayna, bir yavaşlık.
Bir akşam üstü, köyde tanıdığı yaşlı balıkçı Yusuf ona sordu:
— Epey yazıyorsun evlat. Ne anlatıyorsun?
— Bir kadını.
— Sevdiğin biri mi?
Erkan gülümsedi.
— Hayır. Ama bana kendimi hatırlatan biri.
— O zaman onu unutma, dedi Yusuf. Çünkü bazen insan kendini, başkasının hikâyesinde bulur.
O gece defterinin son sayfasına şunu yazdı:
“Ebru gitti, ama rüzgâr onun sesini hâlâ taşıyor.
Kimi insanlar bir şarkı gibidir — dinlersin, biter, ama melodisi sende kalır.”
VII
Aylar geçti.
Erkan artık köyde tanınan biriydi.
Sabahları çocuklarla sohbet ediyor, kahvede oturup denizi seyrediyordu.
Kendine bir düzen kurmuştu.
Ama bir sabah postacı yine geldi.
Elinde küçük bir kutu vardı.
Kutunun içinde bir fotoğraf:
Kayaköy’ün tepesinden çekilmişti.
Güneş batarken taş evlerin üzerine vurmuştu.
Fotoğrafın arkasında sadece bir cümle yazıyordu:
“Rüzgârın yönü değiştiğinde hatırla, sen orada kaldın.”
Erkan fotoğrafı duvara astı.
Uzun süre baktı.
Gülümsedi.
Çünkü artık anlamıştı:
Kaçış bitmişti.
Fethiye, Ebru, rüzgâr, taş…
Hepsi bir bütünün parçasıydı — kendi dönüşümünün.
O akşam deniz kenarına indi.
Ay yükseliyordu.
Elindeki taşı suya attı, halka halka yayıldı.
Ardından fısıldadı:
— Teşekkür ederim Ebru.
Rüzgâr hafifçe esti.
Zeytin ağaçları hışırdadı.
Erkan başını kaldırdı, gökyüzüne baktı.
Artık hiçbir yerden kaçmıyordu.
Çünkü sonunda kendine varmıştı.




