EGE’DE LİKYA KIYILARINDA 1 – GİOTTO DAİNELLİ – TUNÇ TOKAY

Tunç Tokay’ın düzenleyip, günümüz Türkçesine uyarladığı yeni bir belge ile Fethiye’mizin geçmişine dair bilgi dağarcığımızı genişletiyoruz. 2 Bölüm halinde yayınlayacağımız bu belge, 1920 Aralık ayında Fethiye’ye gelen İtalyan gazeteci Giotto Dainelli’nin kaleme aldığı gözlemlerinden oluşuyor. Okurlarımızın hafızasını Tunç Tokay şöyle tazeliyor: “ İtalyanlar Fethiye’yi 1919 Mayıs’ında işgal ettiler. Haziran 1920 de askeri birlikler çekildi ama Muğla bölgesinde işgal devam ediyordu. Bütün Menteşe bölgesinden 2 yıl kaldıktan sonra, 1921 yaz aylarında tamamen çekildiler. Fethiye’de 1919 yaz aylarında sıkıntılı süreçler yaşanmıştı, o yüzden genel çekilmeden bir yıl önce İtalyanlar askerlerini aldılar ama geride bir misyon bıraktılar. Rahipler, sağlıkçılar ve diğerleri genel çekilmeye kadar Fethiye’de kaldılar.

Gazeteci Giotto Dainelli’nin Fethiye’ye gelişi İtalyanların askerlerini çektikten sonraki, fakat misyonları hala Fethiye’de devam ettiği süreçte gerçekleşiyor. Gazeteci biraz günlük yaşantıyı, örneğin: kordondaki kahvehaneyi anlatıyor, kervanlara değiniyor, hatta günümüzde hala sorun olan bazı sıkıntıları tespit etmiş, onlara ilişkin çeşitli önerilerde bulunuyor. Ancak, işgalin devam edeceğini düşündüğü için önerilerini İtalyan hükümetine yapıyor…

***

Tecrübe bana öğretti ki; Rodos’a ne zaman varacağınız bilinir, ama ne zaman ayrılabileceğiniz bilinmez, en azından Anadolu kıyısındaki küçük merkezlere gitmek için… Ki oralar; şayet o kıyının girintili çıkıntılı yapısı onları korunaklı limanlarının derinliklerinde gizlemeseydi, Şövalyeler Kalesi’nden veya Monte Smith’ten görülebilirlerdi.

Bir yandan Antalya’ya, diğer yandan İzmir ve Kuşadası’na ulaşım oldukça sık ve düzenlidir. Özellikle İtalya’nın kendisiyle olan bağlantılardan çok daha düzenli ve çok daha sık.

Brindisi’den Rodos’a, küçük, eski ve yıpranmış “Gallipoli” gemisiyle geldim: hayatımda bu kadar sefil seyahat etmemiştim. Bana söylenene göre “Gallipoli”, Adriyatik’ten haftalık olarak Rodos ve Güneybatı Anadolu’ya sefer yapan dört vapurun en iyi örneği değilmiş. Ancak gerçek şu ki, ikisi arızalıydı ve yerlerine yenileri konulmadı; böylece bu ileri karakollar ve küçük koloniler, uzaktaki ana vatanlarından neredeyse tamamen izole kaldı. Ticaret de bundan kesinlikle fayda görmedi.

Öte yandan, Antalya’ya ve Kuşadası-İzmir hattına yerel hizmetlerin yanı sıra (ki bunlar düşük tonajlı ve doğrusu pek de konforlu olmayan, temizlikleri oldukça yüzeysel vapurlarla sağlanıyor), “Lloyd Triestino” ve “Denizcilik Hizmetleri“nin düzenli sefer yapan, gerçekten güven veren buharlı gemileri var. Ancak bu şirketlerin hatası, bu hattı önemsememede neredeyse birbirinin kopyası olmalarıdır. Söylentilere göre, iki şirket mevcut, dört seferi tek bir çifte düşürmek için anlaşmaya varacak. Dolayısıyla, açık bir gerileme sürecine giriliyor.

Kuşadası ile Antalya arasındaki tüm Anadolu limanları (Marmaris ve Makri tam da Rodos’un karşısında yer alır, en yavaş gemiyle bile birkaç saatlik mesafededir) pratikte adeta ıssızdır. Zira bu limanlara uğrayan vapurlar, bizim adadaki üssümüzden neredeyse hiç kalkmaz. Örneğin ben – o sırada Makri’ye gitmek üzereydim – şanslı bir fırsat çıkana kadar tam bir hafta beklemek zorunda kaldım. “Şanslı” diyorum çünkü ancak donanmaya ait “Cirenaica” gemisine binerek Anadolu kıyısına ulaşabildim. Gemi, kısmen bayrak göstermek, kısmen de – belki daha çok – kış aylarında Rodos önündeki güvensiz demirlemeden kaçınmak için bu seferi yapacaktı.

4 Kasım Zafer Bayramı’ndan 11 Kasım İtalya Kralı’nın kutlamalarına kadar Rodos, alışılmadık bir hareketliliğe sahne olmuştu. Son gün, garnizondaki birliklerin teftişiyle başlamış, çeşitli spor müsabakalarının ardından akşam “Circolo d’Italia“da bir baloyla sona ermişti. Burada fox-trott, one-step, tango ve belki de – artık bu konuda bir cahil olduğumu itiraf ediyorum – belki jazz bile, Rodos’un küçük kolonisinde en kolay ve yaygın ithal eğlence biçimini temsil ediyordu. Ancak bu tür dans virtüözlüklerine alışkın olmayan yerlilerin pek hoşuna gittiğini sanmıyorum…

Rodos’a, bir meşale alayının son ışıkları sönerken varmıştım. Ayrılırken de bir başka alay tıpkı ilki gibi, şehrin dar sokaklarında ve Şövalyeler’in eski sur kemerleri altında ilerliyordu. Gece yarısından sonra, Mandrachio’nun artık uykuya dalmış kıyısından bir motorbot bizi aldı. Kuzeyden esen serin bir rüzgârın kabarttığı dalgalarla sallana sallana açıldık ve nihayet Cirenaica’nın bordasına yanaştık. Cirenaica gemisi, Ticaret Limanı’nın ağzındaki demirleme noktasında kendi dansına çoktan başlamıştı. Gemiye tırmanmak için, motorbot ile yatın hareketlerinin anlık olarak uyum sağladığı o nadir anlardan birini kollayarak tüm çevikliğimizi seferber etmek zorunda kaldık.

Zavallı Cirenaica! Sahibi Hollandalı bir hanımefendi olduğu dönemde, tertemiz ve süslü haliyle kuzey denizlerinin fiyortları ve adaları arasında sakince seyrederken ne kadar da sevimli olmalıydı. Ama açıkçası denizdeki performansını övmek mümkün değil. Gece boyunca süren kısa yolculukta, dalgalar gemiyi öyle bir yalpalatıyordu ki, bu durum sabah uyandığımda kafamın yanında bulduğum devrilmiş ağır bir şamdan nedeniyle benim için pek sorun teşkil etmese de Anadolu’dan gelen o Yunan ailesinin kadınları için hiç de keyifli değildi. Sabah güvertede belirdiklerinde, yorgun yüzleri ve dağınık kıyafetleriyle zafer kazanmış gibi bir halleri yoktu.

Şafak sökerken, artık Makri Körfezi’nin ağzına yaklaşmıştık. Gemimiz, körfezin batı yakasını kapatan çıplak kayalıklara neredeyse sürtünüyordu. Sağ tarafında ise, üzerinde son dalgaların beyaz köpüklerle kırıldığı minik bir sualtı kayalığı belirdi. Açık mavi bir gökyüzü, serinletici bir hava ve hafif bir meltem! Hepsi, bu mevsim için, özellikle de Rodos’ta geçirdiğimiz o bahar haftasının ardından ani bir hava değişimi beklerken umulmayacak kadar güzel bir günün habercisiydi…

Körfezin tam ortasına geldiğimizde – hafifçe çalkantılı bir bölgeyi geride bıraktıktan sonra – deniz birden dümdüz olmuştu. Makrili o Yunan ailesinin kadınları, hemen güven dolu gülümsemeleri ve coşkulu gevezelikleriyle deniz tutması anılarını silmeye çalışıyor gibiydiler.

Makri Körfezi gerçekten güzeldi. Doğuda, Likya’nın heybetli dağ kütlesinden sivri bir çıkıntıyla uzanan orta boyutta bir yarımada körfezi kapatıyordu. Batıda ise, dar ve küçük adalar zinciri, ardında da –savaş sırasında Alman denizaltılarının pusu kurduğu söylenen– daha korunaklı bir havza vardı. Bu havzada, Göcek dağlarının kasvetli yamaçları denize iniyordu. En içeride, alçak ve uzun bir ada –Şövalye Adası– daha ileri geçit vermez gibi duruyordu. Arkasında ise, geniş bir çöküntü alanının ötesinde, dümdüz tepesini karların beyaz bir örtü gibi kapladığı dik ve çıplak bir kaya duvarı yükseliyordu. Dolomitler’deki Sella Grubu‘nu andırıyordu: güçlü ve yüce Akdağ’dı bu!

Şövalye Adası’na –çamları, seyrek zeytin ağaçları ve dağınık harabeleriyle– varır varmaz, ada ile Likya’daki küçük yarımada arasında dar bir geçit belirdi. İçeri girdik, dümeni sağa kırınca, Makri Körfezi’nin en sakin köşesi karşımıza serildi: Düz kıyısında evler yeşillikler arasına serpiştirilmiş Makri kasabası uzanıyordu. Yerleşimin ucuna yakın bir yerde, bir İtalyan bayrağı bizi selamlıyor gibiydi.

Kıyıya yanaştık. Düşman topraklarına ayak bastık. Nasıl yani? Düşman toprakları mı burası? Elbette! Türkiye artık sadece ve tamamen burada, Anadolu’da olduğuna ve Anadolu Türkleri –ister “genç” ister “yaşlı” olsunlar- yalnızca Ankara’daki otoriteyi tanıdıklarına ne mütarekeyi ne de barışı kabul edip, İtilaf Devletleri’yle savaşa devam ettiklerine göre öyle olmalı. Bunu, İzmir’i demir bir çemberle kuşatan Yunan ordusu iyi biliyor. Kilikya’da başlarına gelenlerden ötürü Fransızlar belki daha iyi bilir; müttefik sevgisiyle üstünde fazla durmayalım. Ama İzmir’le Kilikya arasında, Anadolu’nun güneybatı bölgesinin tamamında durum böyle…

Artık burada süren bir savaş yoktu ve hayat olağan akışına dönmüştü, eskisinden daha sönük, daha hareketsiz belki, ama neredeyse dengelenmiş bir durum izlenimi veriyordu. Savaşın bazı kalıntıları hâlâ görülebiliyor: Rıhtımın karşısındaki kıyıda, Makri Körfezi’nin en korunaklı köşesinde, batırılmış büyük kayıkların iskeletleri, durgun denizin üstünde yanmış gövdeleriyle dev bir tarih öncesi canavarın kaburgaları gibi yükseliyordu. Şehre, onu güneyden koruyan dağın yamacına doğru bakınca, çatısız, yıkık duvarlı, pencereleri boş göz çukurları gibi açık bir Türk kışlası görülüyordu. Cephesinde isabetli -ama pek de etkili olmayan- topçu ateşinin izleri vardı.

Bunlar savaşın izleriydi. Türklerin buradan bir tehdit oluşturması mümkün değildi elbette, ama yine de ulaşım hatlarından uzak bu küçük ve zararsız sahil kasabası bile vurulmaya çalışılmıştı. Güzel –ya da daha doğrusu berbat– bir sabah, Fransız savaş gemisinden gelen top sesleriyle uyanan halk, savaşın ortasında olduklarını hatırlamıştı. Küçük garnizon, ilkel siperlerde bir çıkarma bekledi, ama gemi birkaç atıştan sonra görünmeden kayboldu. Ta ki bir sonraki top sesine kadar… İşte Makri’nin savaşı böyleydi.

Resmen “düşman topraklarına” ayak bastık, ama kimse bize düşmanca davranmadı. Gümrük görevi gören küçük kulübeye uğradık, ama çantalarımızı aramadılar. Pasaportlarımızı jandarmaya gösterdik, o da büyük bir ciddiyetle –tabii hiçbir şey anlamadan– geri verdi. Sonunda limanın küçük meydanına çıktığımızda hareketlerimizde tamamen özgürdük ve doğru yönü bulmaya çalışırken, gri tüylü güzel bir köpek kuyruğunu ve sevinçle başını sallayarak bize doğru koştu. Sonradan öğrendiğimize göre bu coşkulu karşılama özellikle biz İtalyan milliyeti içindi, inanması güç belki ama gerçekten böyleydi. Bu köpek, Türk topraklarında olmasına rağmen “Cirenaica” gemisinin mürettebatı tarafından sahiplenilmiş, ancak deniz yaşamına karşı dirençli bir nefret gösterdiği için memleketine geri bırakılmıştı. Ama belli ki İtalyan bandırasının geçici korumasının onurunu taşıyordu, çünkü Türk gruplarının arasından küskün ve melankolik bir tavırla geçiyor, bize ise hiç hak etmediğimiz bir sadakatle, sürekli kuyruk sallayarak ve neredeyse insana özgü tatlı bir bakışla eşlik ediyordu.

Düşman topraklarına” inişimizde bize herhangi bir heyecan yaşatacak bir şey olmadı: Çocuk grupları, hâlâ kararsız olan hareketlerimizi merak ederek etrafımızda toplandı. Daha girişken ya da daha dışa dönük olanlardan biri mükemmel bir telaffuzla “günaydın” demeye cesaret etti, ancak biz ona bir soru yönelttiğimizde, çünkü İtalyanca kelime hazinesi bu iki kelimeyi aşmıyordu, gülerek arkadaşlarının arkasına saklandı.

Ancak Makri’ye ilk inişimde bile belirsizlik uzun sürmedi. “Cirenaica”nın gelişi, muayenehanesindeki zorunlu boş zamanında bir sağlık subayımızı çıkarmıştı ve bizi, liman boyunca uzanan yerleşimin ucundaki güzel köşke götürdü. Burada, neredeyse bir selam işareti olarak, İtalyan bayrağının dalgalandığını görmüştük. Şu anda, yazdığım yerde, Karmelit Misyonu’nun konuğuyuz: Bir “baba” (rahip) her yaştan, çoğunluğu Yahudi, birkaç Yunan ve sadece iki Türk olan kalabalık bir çocuk sınıfına ders veriyor; bir “kardeş” (rahip) ise ders vermiyor ama her işi yapıyor. İkisi de bizi eski dostlar gibi karşıladılar, ilk seferinde ve daha sonra neredeyse sevinçli bir dışa dönüklükle. Çünkü şimdi Makri’ye ikinci kez geliyordum. Buraya geldim, keşif gezileri için bir üs olarak kullandım, sonra Rodos’a dönmek zorunda kaldım…

Rodos’a dönüşüm, “Elpinichi” adlı o sefil Yunan gemisiyle olmuştu. Bu gemiler, İngiliz bayrağı altında, kıyıdaki küçük yerleşimler arasındaki yoğun trafikten ve armatörlerin koyduğu fahiş fiyatlardan kazanç sağlamak için buralarda dolaşıyordu. O sefer, “Elpinichi” aşırı yolcu yüklüydü. Her zamanki gibi birkaç Türk ailesi vardı; kadınlar peçelerini kaldırdıklarında, ışıktan uzakta büyümüş bitkiler gibi solgun, genellikle güzel, her zaman hoş, yabancıları görünce hem utangaç hem de meraklı bakan iri gözleriyle, beyaz yüzlerini gösteriyorlardı. Ancak asıl insan yükü, Türkiye’nin Yunan uyruklularından değil, Yunanistan’dan göç etmiş Antalya’dan gelen Yunan mültecilerden oluşuyordu.  Ve şimdi, Ankara Hükümeti tarafından kovuldukları için, tüm aileleri ve ev eşyalarıyla birlikte anavatanlarına dönüyorlardı.

Kuşkusuz acı bir manzaraydı. Bunu bana, bizim garnizondaki askerlere Tanrı’nın nasıl bir karışımla yapıldığını bilemediği sahte “mastika“larını, “lokum“ların tatlılığını ya da çeşit çeşit “meze“lerini satarken öğrendikleri kötü İtalyancalarıyla anlatmaya çalışan bazı mülteciler söyledi. Ama bu acıyı kelimelere gerek kalmadan da ailelerin tüm ev hazinelerini oluşturan büyük çıkınlarda, eski ve kirli giysilerde, küçük portatif ocaklarda pişirilen yemeklerin yaydığı yağlı ve bayat kokuda görebiliyordunuz. Geminin arka tarafı, adeta insanlar, çocuklar, sandıklar, kirli şilteler arasında patlak veren derme çatma mutfakların dumanlarıyla kaplanmış bir karmaşa yığınıydı. Erkeklerin hüzünlü bakışları, çocukların çığlıkları ve ağlamaları, bazen de bir kadının tiz kahkahası ama bu kahkahalarda ne sağlıklı ne de samimi bir şey vardı, zoraki ve acı bir şeyler… “Elpinichi”nin o eski gövdesiyle Ege’nin ötesindeki terk edilmiş yuvalarına doğru yol alan bu küçük kalabalığın içindeki acılar, 5savaşın kalıntılarıydı. Daha doğrusu, Yunanlar ve Türkler arasında hâlâ devam eden savaşın sonuçları…

Bu sadece bir savaş eylemi değil, aynı zamanda –belki daha çok- ırksal bir intikam-. Türklerin Yunanlılara karşı duyduğu nefret, neredeyse doğuştan gelen ve içgüdüsel bir şey, tıpkı aşağı ırk olarak gördükleri bir halka karşı beslenen bir nefret gibi… Bir Türk’e, deniz kenarındaki küçük bir Anadolu kasabası hakkında bilgi sorduğumda, “Ah, orası gerçekten pis” diye yanıt verdi, “sokaklar her zaman domuzlarla, dışkılarla ve Yunanlılarla dolu.” Bu sıralama gerçekten anlamlı.

Yöreye ait bir söylenceye göre: Allah dürüstlüğü dağıtırken elindekinin dörtte üçünü Türklere, dörtte birini “beyazlara” yani daha medeni Avrupalılara vermiş. Yahudilere ise bir tür sulu yemek düşmüş, içinde azıcık et ve bolca sakatat varmış. Ama Yunanlılara ve Ermenilere hiçbir şey kalmamış. Tüm söylenceler gibi, bu da sert bir gerçeği yansıtıyor: İngiltere şimdi Yunanlıların haklarını ya da emellerini Türklere karşı savunabilir ve ağlayan bir dünya Ermenilerin kaderine üzülebilir. Ancak gerçek şu ki, Yunanlılar ve Ermeniler Türk dünyasında hep birer sömürücü olarak işlev gördüler, ülkenin her yanına dağılarak –her zaman da dürüst olmayan yollarla– kaynaklarını kendi çıkarları için emdiler. Ankara Hükumeti de şimdi onlardan kurtulmaya çalışıyor.                                                           

* * *

Rodos’ta, denizin ötesine tekrar geçmek için her zamanki bekleyiş…

Ama şanslıyız ki ikinci kez donanma yardımımıza yetişti: “Pietro Verri” gemisiyle. Merhum Verri’nin portresi, bir zamanlar Türk gemisi “Derna” olan bu yatın küçük salonunda asılı – Trablus’a İtalyan denizcilerinden birkaç saat önce silah çıkarmayı başaran gemi -… Şimdi bize ek olarak Makri’de bir kız okulu açmak üzere beş rahibeyi taşıyor. Bu, gelecekteki etki alanımıza yerleştirmeye çalıştığımız barışçıl dokunuşlardan ilki. “Gelecekteki” diyorum çünkü şu an için gerçekte çok az nüfuzumuz var. Rahibeler işe koyuldu bile ve gelişlerinden birkaç gün sonra küçük bir öğrenci grubu oluşturdular…

Yunanlı öğrencileri arasında İtalyanca konuşan bir kız çocuğu buldular,  Bologna‘lı bir babanın kızı. Kim bilir kaç yıl önce gelmiş ve uzaktaki vatanını unutmuş. Bu onun suçu mu? Yoksa dünyanın dört bir yanına, hatta bize bu kadar yakın olan Akdeniz’in bu küçük dünyasına dağılan çocuklarını terk eden vatanın mı? Onları takip etmeli, teşvik etmeli, yardım etmeliyiz; daha önce hiç yapılmayanı yapmalıyız. Göçmen İtalyanlar, hangi ülkede olurlarsa olsunlar, uzaktaki vatanlarının korumasını hissetmeliler; yerliler, özellikle de Türkler –bu Anadolu topraklarında– her bir evladını koruyabilen bu İtalya’nın gücünü hissetmeliler.

Askeri işgalle başlayan bu çalışma iyiydi, evet askeriydi ama savaşçı değil, barışçıldı. Sonra aniden kesintiye uğradı. Bu büyük bir hataydı, çünkü kaynaklarımızı aşan bir çaba izlenimi verdi ve doğal olarak şimdi bir zayıflık hissi uyandırıyor. Hissedilmeye başlanan nüfuz, bir kart kulesi gibi çöktü ve geride hiçbir iz bırakmadı.

Az önce, yazı yazarken, açık pencereden denizin serin esintisiyle birlikte tanıdık bir şarkı duydum. Pencereye yöneldim: Evet, yakındaki dağ yamaçlarında oynayan küçük çocuklar Pilevne’nin şarkısını söylüyorlardı.

Akşamüstü gezilerimden döndüğümde veya şafakta uyandığımda pencerem, masa başı çalışmamı sıklıkla böldüren büyük bir ayartmadır. Bir defasında Pilevne’nin şarkısıydı, bir başka sefer “Cara piccina no“nun kolay ritmi, bizim askerlerimizin ithal ettiği, büyük şömine başında sevgilinin yanında söylenen şarkıların unutulmadığının bir kanıtı. Ancak bunlar istisnai çağrışımlardır. Pencereme, daha doğrusu balkonuma – ki doğrudan mavi denizin sakin sularına bakıyor – gitmemin nedeni, ilk varışımda yaşadığım suyun aynasında gördüğüm dağ manzarasının taze hatırasının neredeyse karşı konulmaz çekiciliğidir…

Önümde uzanan sular deniz gibi görünmüyor: Her yandan kapalı, küçük, neredeyse evcilleşmiş bir göl izlenimi veriyor. Uzakta, ince bir kara parçası suları bir set gibi kesiyor, yumuşak hatlarını yalnızca birkaç yalnız ağaç ve antik kalıntı bozuyor. Burası Şövalye Adası; buradan bakınca her iki yönden de anakaraya bağlıymış gibi duruyor.

Daha yakında, sol tarafta, Likya’nın büyük kütlesinden ayrılan küçük yarımada orta boyutta sırtlara sahip. Akşamüstü kararan, gün ışığında yeşilimsi görünen yabani arazi, çam ağaçlarıyla bezenmiş, maden çukurları ve siperlerle yaralanmış durumda – bölgenin zenginliklerinden biri olan kromit madenlerinin izleri bunlar.

Daha yakınlarda, yine solda, dik bir dağ yamacı doğrudan denize iniyor. Güzel çam ormanları bu yamacı tepelere kadar kaplıyor. Öte yandan, Şövalye Adası’nın karşısındaki dağlar benim gözetleme noktamdan daha uzakta, daha yüksek, daha karmaşık, daha düzensizler. Birbirini takip eden, üst üste binen, kısmen gizlenen bir dizi dekor gibi uzanıyorlar sahilden – neredeyse gölden diyecektim – iç kesimlerin en yüksek zirvelerine kadar. Ön planda yumuşak ama çıplak tepeler; arkada daha yüksek, ormanlık ve tuhaf şekilde teraslınmış sırtlar, daha geride ise Çal Dağı gibi beyazımsı, vahşi ve kayalık zirveler… Çal Dağ’ının tepesi çoğu zaman karla örtülüdür; şafakta ilk kızaran, günbatımında ise turuncu ışığını en son kaybedendir.

Bu uzak dağ manzarası ile evimin yakınındaki dik yamaç arasında geniş, düz bir ova uzanıyor. Uzak ucunda, mavi sulara neredeyse fark edilmez şekilde inen bu ova, geniş ve düzensiz bir sazlık kuşağıyla çerçevelenmiş. Geriye doğru – yaz sıcaklarından kavrulmuş, taşlı ve kupkuru – giderek daralıyor. Ancak bir vadi ağzında son bulmuyor; alçak tepeler tarafından gevşekçe kapatılan bu ovanın ardında, Ksantus Vadisi’nin büyük çöküntüsü seçiliyor. Anadolu platosundan denize inen bu vadi ve ötesinde, güçlü ve heybetli, her daim karlı Akdağ’ın büyük kütlesi yükseliyor. Ovanın denize nazikçe kavuştuğu yerde, dağların eteğinde, Makri evlerini serpiştirmiş duruyor.

Makri’nin büyük bir şehir olduğu söylenemez: En fazla küçük bir kasaba. Denizden bakıldığında hoş bir görüntü sunuyor, düzenli beyaz evleri, cami minaresi, arada bir yeşillik kümeleri ve üzerine çöken dağ yamacıyla. Ancak insan eli değmemiş bakir doğanın güzelliği ister uzaktan ister yakından aynı kalırken, biz ölümlü cücelerin eserleri için aynısı geçerli değil.

Uzaktan, genel manzaranın içinde, uyumlu bir detay gibi görünen kasaba, yakından incelendiğinde hayal kırıklığı yaratabiliyor. Makri de böyle. Geldiğimizde bize neredeyse şımarık bir hava sunan, beyaz evleriyle deniz kıyısından içeriye, ilkel taş döşeli sokaklara girildiğinde, estetik izlenim kayboluyor ve her adımda neredeyse genel bir yoksulluk göze çarpıyor. Burada, sakinlerinin belli bir refah düzeyini yansıtan konutlar var; ancak bunlar kasabanın ana merkezinin dışında kalıyor. Asıl merkezde ise alçak, bakımsız, birçoğu yarım kalmış veya harabeye dönmüş yapılar göze çarpıyor, bunlar da savaşın izleri. Bu ücra Anadolu köşesinde bile konut krizine yol açan savaşın izleri! Tüm dünyada olduğu gibi… İnanması güç ama Karmelit Misyonu’nun iyi rahiplerinin vatandaşlarını böyle sıcak ağırladığı bu ev için yıllık neredeyse on bin lira kira talep ediliyor ya da satın almak için üç yüz bin lira isteniyor. Duvarlar acınacak halde, döşemeler çökmüş, çatı harap, öyle ki yağmurlu günlerde nereye sığınacağınızı şaşırıyorsunuz.

Makri küçük ve genel olarak fakir bir yer, dağ etekleri ile deniz arasına sıkışmış durumda. Ancak evlerin oluşturduğu merkezden dükkânların sıralandığı bir füniküler uzunluğunda bir yol uzanıyor. Burası, çarşı. Küçük dükkânların görünümüne ve sattıkları mallara bakılırsa, diğer Doğu çarşılarına benziyor; ancak farklı çünkü burada ticaretin veya zanaatların bir bölümü yok ve yan sokaklara yayılmıyor.

Bu karakteristik şekliyle hızla ve beklenmedik şekilde büyümüş bir organa benziyor. Çarşı gerçekten de her yerleşim yerinin hayatının aktığı temel organdır. Makri’nin küçük merkezi genişlemekte zorlanıyor; dağlar, deniz ve bataklık sazlıklarla sınırlı. Tek bir çıkışı var: Dağ etekleri ile bataklıklar arasındaki ovaya uzanan kervan yolu. Ve bu tek çıkış boyunca çarşı hızla büyümüş, uzamış. Sonunda ise mültecilerin minik evleriyle devam ediyor.

Makri –Türk Makri’sini kastediyorum– kısa sürede gezilebilir ve dikkat çekecek pek bir şey yok: Çarşısı bile. Bazen sabahları evler temizlenirken, balkonlarda çamaşırlar ve halılar serilirken canlı renkleriyle dikkat çeken kilimlerden birine hayran kaldım. Antalya’ya özgü olsa da yakındaki Levisi’de de dokunuyor bu kilimler…

Ancak daha ilk varışta -yeni bir yere olan içgüdüsel merakın görüşü keskinleştirdiği ve gözlem yeteneğini artırdığı o anlarda- Türk Makri’sinin çevresinde, başka zamanları ve medeniyetleri hatırlatan izler görülüyor. Kasabanın arkasında, dağ yamacının küçük bir çıkıntısında, temsil ettiği orta çağla birlikte bir kalenin kalıntıları var.

Kasabanın hemen batı sınırında, dağ yamacında düzenli bir niş şeklinde bir çukur bulunuyor: Tamamen taze ve yeşil çimenlerle kaplı, aralarında birkaç çalı kabarmış. Ancak bu düzenli şekil, hafifçe belirgin küçük yatay düzlükler ve antik dönemden kalma kesme taş bloklar, buranın bir Roma tiyatrosu kalıntısı olduğu fikrini hemen uyandırıyor.

Yakınlarda, gemilerin yanaştığı rıhtımın hemen yanında, koyu renkli, düzenli şekilli garip bir kaya kütlesi yükseliyor. Detayları henüz belirsiz olsa da canlı kayaya oyulmuş bir lahit olduğu anlaşılıyor: Likya sanatının uzak mirası.

Karaya çıkıldığında, rıhtım yakınındaki küçük meydanda, tavukların gezindiği çim alanlar Korint tarzı sütun başlıkları ve tipik ilkel işçilikle yapılmış kabartmalarla (süvari figürleri) çevrili. Kasabanın ana merkezini ve kaymakamlık binasını geçip bataklık bölgesine doğru ilerlediğinizde, mükemmel korunmuş başka bir lahit daha görülüyor. Beş metre yüksekliğindeki bu anıtsal lahit, tek bir bloktan oyulmuş: Uzun kenarlarında sahte kiriş başlıkları, kısa kenarlarında karmaşık arşitrav (bir sütun başlığının üzerinde duran bir lento veya kiriş ) süslemeleri var. Üst kısmı (kapağı) ise sivri kemer kesitli ve alt ile üst kısımlarında ince kabartma şeritler bulunuyor, zamanın aşındırıcı etkisine rağmen, bu şeritlerde hareket halindeki insan figürlerinin canlılığı hâlâ seçilebiliyor.

Şehirden ve uzun çarşı caddesinden çıkıp Türk kışlasını görmeye gittiğinizde, kayalık yamaçta – ilki kadar güzel olmasalar da– doğrudan kayadan oyulmuş başka lahitler de görülüyor . Yakınlarda muhtemelen antik temel izleri ve diğer kalıntılar var. Daha ileride, dik bir kayalık duvarında her boyutta ve formda Likya kaya mezarları görülüyor. Küçük, sık aralıklı, dikdörtgen ve tamamen açık olanlar uzaktan dev bir kaya kovana benziyor. Diğerleri daha az ilkel. Etraflarında çeşitli yönlerde uzanan kiriş motifleri ve süslemeler var -tıpkı bataklık yakınındaki büyük lahitlerde olduğu gibi-. Daha büyük, hatta devasa olanlar ise çok daha karmaşık. Nişin çevresindeki arşitravlar kayalık yüzeyin iç kısmında yer alıyor. Önlerinde iyonik sütunlar ve alınlıklı bir tür portiko bulunuyor, hepsi doğrudan kayaya oyulmuş.

Bu sonuncular gerçekten görkemli. Dış görünüşü aile mezarı izlenimi verse de yan tarafından kaydırılan büyük bir taşla kapatılan küçük giriş, ancak bir ya da iki naaşın sığabileceği mütevazı bir iç odaya açılıyor.

Eğer merak sizi dağ yamacında daha da ileri götürürse, her yeni dik yamaçta ya kovan gibi sıkışık ya da tek tek mezarlar göreceksiniz.

Eski Likya uygarlığı tüm ihtişamıyla bu mezarlarda yaşıyor. Ancak dikkat! Sadece antik ihtişamın izlerini inceleyip ülkenin şimdiki haline gözlerinizi kapatmayın. Eğer durum iyi ve gelişmişse, bunlardan nasıl faydalanacağınızı öğrenmelisiniz. Kötü ve sefilse, zamanla gerilemenin nedenlerini ve sönmüş refahı nasıl canlandırabileceğinizi araştırmalısınız. Şu anki durum kesinlikle sefil, ancak potansiyel –belki de kolay– bir uyanışın işaretleri de yok değil…

2

Yorum, görüş ve önerileriniz