Efendim, diyorlar ki, “sen o kadar zaman turizmin her sahasında çalıştın. Acentecilik, otelcilik, mihmandarlık, kılavuzluk, mütercimlik yaptın. Tavsiyelerini ve hatıratını niçün yazmıyorsun?”. Yazsam ne olacak ki? Bugüne kadar “sussam gönül razı değil, söylesem faydası yok!” şiarı ile havsalamın aldığı konularda konuştum, yazdım, münazaralara katıldım. Her daim müdafaa ettiğim fikrimin ve zikrimin -cemiyette itiraz görmese de- alakalı müesseseler tarafından tam olarak tatbik edildiğine şahit olmadım.
Yine de kadim dostlarımı kırmayayım, bu sefer de aynı akıbete uğrayacağımı bile bile elden – dilden geldiğince fikirlerimi, tavsiyelerimi hatıralarımı kadim okurlarıma takdim etmeye devam edeyim diyorum. Fethiye’deyiz blog mecmuamızda sayfa komşum; aziz ve muhterem dostum Birol Ganioğlu “Keşke Böyle Olsaydı” başlıklı makalelerinde ne güzel de ifade ediyor? Yaşıma başıma hürmeten ben de muhterem Birol Bey gibi hatıratımı anlatırken arada bir “keşke böyle oluverseydi” dersem, okurlarım gönül koymazlar inşallah…
Efendim bu sefer tavsiye vermeyeyim de bir mihmandarlık hatırası ile lafa devam edeyim.
Yıllar, yıllar önceydi. Tahminimce 1990’ların hemen başları. O zamanlar güzelim Anadolu’muzun farklı yörelerine turistler için otobüslerle turlara mihmandar olarak refakat ederdim. Misafirlerimize mahcup olmamak için de evvelden pek bir hazırlıklar yapar, o yöre ile ilgili malumatı mevcut kaynaklardan, ansiklopedilerden falan tekrar tekrar gözden geçirir hatta harita, fotoğraf gibi vesikalardan oluşan bir dosyayı da yanıma alırdım. En sevdiğim şeylerden birisi; otobüsün şoför mahallindeki güneşlikleri indirip, üzerine kocaman bir Türkiye haritasını toplu iğnelerle tutturmaktı. 302 Mercedes otobüsümüzün kullanacağı istikameti haritanın üzerinde koyu renkli bir keçe kalemle önceden işaretlemeyi de unutmazdım.
Bir seyahat acentesi tarafından fotoğraf sanatkarlarından ibaret bir kafileyi Ankara’dan hareketle hızlı bir Güneydoğu turuna; Urfa, Mardin ve Adıyaman’a götürme görevi bana tevdi edilmişti. Programı aldıktan sonra hazırlıklarımı tamamlayıp, kafileyle buluşmak üzere Ankara’ya gittim. Otobüsün şoförü ve kafile üyeleriyle tanışıp, isim listesi ve para emanetlerini teslim alıp yola koyulduk.
Aralarında memleketimin güzide fotoğraf sanatkarlarından bazılarının bulunduğu kafilede daha önceki kültür turlarından tanıdığım pek çok şahsiyet vardı, hemen hepsiyle birbirimize ısındık. Urfa ve Mardin’de programa uygun olarak ziyaretlerimizi yaptık. Usuldendir, otobüsün mikrofonundan bazen uzun uzun genel malumatı anlattım. Her durak yerinde de biraz yüksekçe bir yere çıkıp, orası ile ilgili özel malumatı teferruatıyla verdim ki, rahatça diledikleri gibi fotoğraf çekebilsinler…
Her şey yolunda gitti, ta ki Adıyaman’da Kahta ve Nemrut Dağı’na yapacağımız ziyarete kadar. Adıyaman’daki ziyaretlerimizi yol şartlarının kifayetsizliği nedeniyle küçük minibüslerle yapmak, bu araçları da bir yerel acenteden temin etmek mecburiyetindeydik. Önceden tanıştığım ve dostluğumuzu katiyen unutmayacağım acentecimizle irtibatı kurup, minibüsleri ve 2 günlük konaklama planımızı kesinleştirdik. Kısa bir şehir turundan sonra minibüslere yerleştik, o da ne? Acentenin sahibi dostum (isim zikretmeyeceğim, affola) “hocam, gel hele yanıma otur. Ben de sizinle geliyorum, size kılavuzluk ve mihmandarlık yapacağım” demez mi? Pek sevindim tabii ki. “Zahmet olmasın, sizi meşgul etmeyelim” mealinden teklifimi “ne zahmeti hocam” diyerek reddetti.
3 minibüse doluşup, yola çıktık. Şartlar icabınca yolda genel malumatı kafileye veremedim ama olsundu. “Karakuş tepesinde herkesi toplar, önce uzunca bir genel malumat, ardından Karakuş’u anlatırım” diye düşündüm. Entelektüel kafile mensuplarına her şeyi bütün teferruatı ile anlatmak bir zaruretti. Yoksa, hikayesini bilmeden istedikleri mükemmeliyette fotoğraf çekmeleri mümkün değildi. Yörenin tarihi ve kültürü o kadar cazipti ki, kafiledeki herkes merakını bir an önce gidermek için heyecanla bekliyordu.
Karakuş’a geldik. Minibüslerden inen kafile mensupları hemen etrafımda toplandı ve bir askeri bölük disiplini ile beni dinlemek için kulak kesildiler. Bir taşın üzerine çıkmış, tam nutkuma başlayacaktım ki, ismini zikredemeyeceğim acenteci dostum “hocam” diye seslendi. Zıplayıp taşın üstüne, yanıma çıktı, “ben anlatacağım” dedi. Şöyle bir derin nefes aldı, heyecanla kendisini izleyen gözlerin içine baka baka gülümsedi ve kendi yöresel aksanıyla “nasıl, begendiniz mi?” diye sordu. Hemen herkesten “çok güzel, harika, beğendik” gibi sesler yükselince bizimki daha da bir keyiflendi. Boyunlarında asılı fotoğraf makineleri ile kim bilir neler duymayı hayal eden dostlarımıza kültür ve tarih üzerine yapacağı konuşmayı yüksek sesle ve iki kelamla özetleyiverdi:
“Bak hele! Ne duriysiiz? De hele gidin, görün, örgenin gelin. Haydi!”
Bir anlık şaşkınlık ve sessizlik sonrasında sağa sola koşuşan insanlar topluluğuna dönüştü bizim kafilenin askeri bölük disiplinindeki mensupları… Düşünebiliyor musunuz? İki günlük Adıyaman ve Nemrut gezisinin her durağında bu sahneler tekrarlandı. Olan da bana oldu. 35 kişilik kafilenin bütün mensuplarına her solukta ve fırsatta bildiklerimi defalarca anlatmak mecburiyetinde kaldım. Sevgili acenteci dostumun bizi eğlendirmek için otelde ve yemek molalarında yaptığı güzellikleri de asla unutamayacağım hatıralar olarak gönlümdeki sandıkta saklıyorum. Belki bir gün onları da anlatırım.
O gezinin nirvanası; sanatkarların çektiği fotoğrafların bir kısmının kartpostal olarak kıymet bulmasıydı. İnternetin ve cep telefonlarını olmadığı, birbirimize mektuplar ve gezip gördüğümüz yerlerinin kartpostallarını yolladığımız yıllarda bu faaliyeti yaşamış olmak benim için unutulmayacak bir mutluluk…