FETHİYE-KAYA KÖY GEZİ NOTLARI 1952 – KALLİOPİ MOUSSEOU / TUNÇ TOKAY

Ege Denizi, Rodos’tan Küçük Asya kıyılarına.

Biz küçük bir grubuz, uzak bir limana hem başkalarını tanımak hem de memleketimizi yeniden görmek için 30 yıl sonra dönüyoruz. Teknemiz, genişliği yaklaşık 15 km. olan resim gibi Glafkos körfezinde süzülüyor, solumuzda eski Makri adası, içeride ise bugün Fethiye adını alan Makri şehri; eskiler der ki çok eski zamanlarda ada karadan Makri’ye bağlıymış. Bugün, deniz sakinken diplerde yapı kalıntıları seçiliyor.

Ufuk çizgisinin derinliklerinde Mendos dağının sırtları ve Makri’nin eteklerinde bulunduğu en yüksek dağ olan Antikragos seçiliyor. Liman, tam da bu canlı ve tatlı dağların ortasında büyük bir göle benziyor.

Liman, tam da bu canlı ve tatlı dağların ortasında büyük bir göle benziyor.

Ama hadi, geminin merdivenlerinden inip sandala geçelim. Şimdi sadece küreklerin yeşil suları yarışını duyuyoruz. Kıyıya ulaşıyoruz ve nefesimiz kesiliyor, herkes bize bakıyor. Acaba bizi tanıyacaklar mı, kim olduğumuzu bilecekler mi?

Herkes bize bakıyor. Acaba bizi tanıyacaklar mı, kim olduğumuzu bilecekler mi?

Grubumuzun en yaşlısı, Andreas Lazaridis, iki adım atıyor, karşısına başka bir yaşlı çıkıyor, iki beden sarılıyor, yaşlı eller tutuşuyor ve gözler doluyor. Yavaş yavaş herkes gülümsüyor ve bize yaklaşıyor. Bize kim olduğumuzu soruyorlar. Biz onlara babalarımızın, dedelerimizin isimlerini söylüyoruz ve aklımızdan çıkmayacak sözler duyuluyoruz: “O dede bizim de dedemizdi.”, “Tanrı ayrılmamıza nasıl izin verdi.”, “Bir bahçede tek çeşit gülle olmaz.” “Hoş geldiniz, hoş geldiniz!”

Grubumuzun en yaşlısı, Andreas Lazaridis, iki adım atıyor, karşısına başka bir yaşlı çıkıyor, iki beden sarılıyor, yaşlı eller tutuşuyor ve gözler doluyor.

Her adımımızda evlerin kapıları açılıyor. Sokaklara dağılıyoruz, evlerimizi yeniden görüyoruz, onları bıraktığımız gibi, değişmemiş, ama biraz solmuş; içleri parlak badanalardan, kilimlerden, özenle serilmiş minderlerle ışıl ışıl. İnsanlar gülümseyerek, sempatiyle oturmamızı rica ediyor. Kötü anılar dağılıyor ve her şey bir rüya gibi yumuşacık oluyor. Yokuş yukarı patikalardan çıkıyoruz, oradan buradan sarkan incir ağaçları, kayadaki bir yarıktan fışkıran yeşillikler, yaseminler evlerin duvarlarını, bahçe kapılarını sarıyor. Kadınlar kapılara çıkıp bizi karşılıyor, ellerimizi tutuyor, oturup dinlenmemiz için halılar seriyor, maşrapalarla su ikram ediyorlar. O küçük kızı asla unutmayacağım, eski yapıların altında, çekingenlikle maşrapadan bardağı dolduruyor ve her ikram edişinde elini göğsüne koyuyor. Eğiliyor, elini başına götürüyor ve sağ eliyle dolu bardağı veriyor.

Kadınlar kapılara çıkıp bizi karşılıyor, ellerimizi tutuyor, oturup dinlenmemiz için halılar seriyor, maşrapalarla su ikram ediyorlar.

Her şey duygu, sıcaklık ve içtenlik dolu. Şehrin tamamını bir ucundan diğer ucuna görmek istiyoruz ve yürüyoruz, her seferinde durup selamlaşıyoruz. Ayrılırken arkamızdan nazik bir dilek duyuyoruz: “Güle güle, güle güle!”

Sokaklarda trafik yok, hayat yavaş ve tekdüze. Kadınlar evlere kapanmış, nadiren alışveriş için dışarı çıkıyorlar. Akşamleyin dışarı çıkarlarsa, birçoğu kıyıda bir arada oturur, erkekler ise her zaman ayrı. Erkekler sandalyelerde, dükkanlarının önünde veya kahvelerde; işlerini yapıyor. Ortam her zaman ciddi ve hiçbir şey onların zihnini meşgul ediyor gibi görünmüyor. Hiçbir şey atmosferi hafifletmiyor. Radyonun sesi uzun soluklu. Böylece zaman, o eski ve unutulmaz yıllardaki sonsuz hareket, canlı sohbetler, zeki şakalar olmadan yavaş ve tekdüze geçiyor.

Aya Nikola tek nefli bir bazilika olan kilisedir. Beş enlemesine kemerle kesilen bir tonozla örtülüdür, her biri sivri kemerle sonlanır. Arkasında minareli cami. Makri’nin üzerinde hala orta çağ surlarının kalıntıları var. Bölgenin antik tarihi canlı ve nerede dursak bizi kuşatıyor. Makri içi ve çevresi antik anıtlarla dolu, lahitler ve oyulmuş mezarlar serpiştirilmiş. Makri, antik Telmessos’tur. Apollon’un oğlu Telmessos tarafından kurulmuş ve “Işık Ülkesi” olan antik Likya’nın merkezinde yer alır. Apollon Lykeios’un ışık kültü ile Perseus’un Likya’daki mitolojik varlığı, Tiryns ve Miken döneminde Oktapolis’in kuruluş efsanelerine bağlanır. Homeros, İlyada’da, Bellerophon’un çağında Khimaira’yı öldürdüğünden bahseder.

Aya Nikola tek nefli bir bazilika olan kilisedir. Beş enlemesine kemerle kesilen bir tonozla örtülüdür, her biri sivri kemerle sonlanır.

Mezarlar, tepelerin yamaçlarına oyulmuştur ve çoğuna ulaşmak için tırmanmak veya taş oyma basamakları çıkmak gerekir. Genellikle mezarlar Yunan tarzında bir tapınak şeklindedir, sütunları İyonik tarzdadır. Lahitler, ters çevrilmiş bir tekne gövdesine benzeyen ağır bir kapak taşır.

Lahitler, ters çevrilmiş bir tekne gövdesine benzeyen ağır bir kapak taşır.

Ertesi gün Livisi’ye gittik. Yolculukta, bölgenin askeri yönetimi tarafından -korunmamız için- görevlendirilmiş bir Türk subayı ve bir asker rehber olarak yanımızda. Eski araba yolundan sağa sola yokuş çıkıyoruz, lahitler ve oyulmuş mezarlar var. Arada bir sarnıç ve çeşmelerle karşılaşıyoruz. Eskiden hayvanlarını sulamak için durdukları taş yalaklar.

Eski araba yolundan sağa sola yokuş çıkıyoruz, lahitler ve oyulmuş mezarlar var.

Şikmani’ye varınca, yokuş biter ve düz yola çıkarız, ani bir virajda Livisi’yi tepeden görürüz. Tarifsiz bir güzellik, derin bir duygu kaplar bizi; yemyeşil ova. Livisi’yi kucaklayan dağlar onu tatlı ve nazikçe kuşatır; doğuda: Mendos, Pelceğizi ve biraz daha güneyde, Antikragos’un yüksek ve sarp zirvesi. Dik bir dağ, Katakalmazi aileleriyle meşhurdur, tıpkı Halk Şarkısı’nın dediği gibi: “Yüksek zirvelerin vardı ve depremlerle yarısı düştü.”

Arada bir sarnıç ve çeşmelerle karşılaşıyoruz.

Livisi, modern bir Pompeii’ye benziyor. Tüm evler çatısız ve çıplak, ölü bir şehir. Livisi ovasına geçip eski kuyulu meydana doğru ilerliyoruz. Hacı Avgerinos’un kuyusu. Orada köyün tüm erkekleri bizi bekliyor.

Livisi, daha yeni bir Pompeii’ye benziyor. Tüm evler çatısız ve çıplak, ölü bir şehir.

Çoğu komşu Türk köyü Kelemati’den, inanmayacaksınız ama pek çok Trakya göçmeni de var. Hepsi fakir ama iyi kalpli. Nostaljiyle eski günlerden, geçmiş zamanın güzelliklerinden bahsediyorlar. Her yerde, yıkık ve harap evler, dar patikalar ve ot bürümüş avlular. Luizidis’in evi bugün okul olmuş. Meyve ağaçları az, para yok. Tütün ekmek için onları söküp atmışlar. Çeşmeler ıssız, batıya dönük ölü toprak gibi; güneş batarken köylerine dönen birkaç hayvanla bir süreliğine canlanıyor, sonra yine sessizlik ve ıssızlık.

Luizidis’in evi bugün okul olmuş.

Harabeler ve patikalarda yürürken her birimiz kendi baba evini arıyor. Küçük grubumuzun yaşlısı ve lideri Andreas Lazaridis, istemeden, hüzünlü bir şekilde mırıldanıyor: “Uyan da gör acıları uyan da gör, ağla.” Köy kiliseleri, hepsi ölü ve sessiz, küçük yaban domuzları harabelerin üzerinde koşuyor, durup koca çıplak kafalarını sallayarak bize bakıyorlar. Hatırlıyoruz ama o eski çocuk şarkısının tadını çıkaramıyoruz:  Azize Sotira’yı, Çakal Tepesi’nden düşüp ölen çocuğunun anısına inşa etmiş, kilisenin küçük çanını asmıştı.

Harabeler ve patikalarda yürürken her birimiz kendi baba evini arıyor.

Ovanın kenarında, Livisi’nin iki büyük kilisesinden ilki olan Aşağı Panagia’ya varıyoruz. Çatısı yıkılmış, avlusunda görkemli bir ceviz ağacı var. Aşağı Panagia (Pyrgiotissa), kemerli ve tonozlu tek nefli bir bazilika. Kubbe, alışılagelmiş Pantokrator tasviri yerine, Meryem Ana’nın “Gökyüzünün Yüceliği” yazıtıyla tasvirini taşıyordu. Aşağı Panagia’nın avlusu, yakındaki kıyılardan getirilen çakılla döşenmişti, bir buçuk dönümdü ve tüm Livisi’yi alırdı. Burada İkinci Diriliş (Paskalya) kutlanırdı ve ayinden sonra Susta ve Nini dansları yapılırdı. Aşağı Panagia yaklaşık 1856’da inşa edilmeye başlandı ve 1870’te tamamlandı. Onun mucizevi ikonasını Türk çobanlar Ayakula’daki manastırda buldular, Baltayla kesip yakmak için odun yapmak istediler, ilk baltada ikonadan kan aktı, korktular, papaz Konstantis’i çağırdılar. O da alıp Taksiyarhis’e getirdi. Her gece ikona kanatlanır ve bir zeytin ağacının üzerine gelirdi. O zaman bağış topladılar ve zeytin ağacının olduğu yerde Aşağı Panagia’yı inşa ettiler.

Aşağı Panagia’nın avlusu, yakındaki kıyılardan getirilen çakılla döşenmişti, bir buçuk dönümdü ve tüm Livisi’yi alırdı.

Kuraklık döneminde (20 Nisan – 20 Mayıs arası) ikonanın tüm ovada taşındığı ayinler yaparlardı. Kiliseye geri koyup yerine yerleştirmeden yağmur yağmaya başlardı. Türkler de Meryem Ana’ya ve onun ilahi gücüne inanarak katılır, onun lütfu için mum, yağ, tütsü getirir ve “Meryem Ana, sen getir” derlerdi. Bugün Türkler onu iyi durumda koruyor; tabii ki ikonaları kazımışlar ama her zaman temiz ve kilitli; görünen o ki burada dua ediyorlar.

Kaleye doğru yokuş yukarı çıkıyoruz.

Mihail Taksiyarhis Kilisesi, Livisi’nin merkezinde, tepenin zirvesinde yer alır. Yukarı Mahalle, Kilisenin önünde pazar yeri, çınar ağacı ve büyük bir meydan vardı. Arkasında Meclis’in devamı ve sonra mezarların bulunduğu tepenin yüksekliğinde, Louis okul var. Taksiyarhis Kilisesi’nin inşası 1830 civarında başladı ve 1840’ta tamamlandı. Bazilika, tek nefli ve tonoz örtülüdür. Ana tonoz, 5 daha küçük enine kemerle kesilir. Kadınlar mahfili, kadınların görünmeden görebilmeleri için kafesliydi. Avlusu yaklaşık bir dönümdü, soldan girilirdi. Öğretmen Museus’un mezarı oradaydı.

Mihail Taksiyarhis Kilisesi, Livisi’nin merkezinde, tepenin zirvesinde yer alır.

Taksiyarhis’ten çıkıp ölü şehirde, Yukarı Mahalle’de dolaşıyoruz. Tüm evler çatısız ve çıplak, dik duran iskeletler gibi.

Tüm evler çatısız ve çıplak, dik duran iskeletler gibi.

Pencereler… ah, her şey temiz ve hiç çöp yok; insan hayatını hatırlatmıyor. Yağmurlar kayayı temizlemiş, iskelet halindeki evler aynı kederle, aynı giysiyle duruyor ve kendi kaderlerine ağıt yakıyorlar. Tıpkı rüzgarın yüksek doruklardan getirdiği, insan acısı ve kederle dolu o ağıt gibi.

Erkekler üç kola dağılıyor: Hacı Avgerinos’un çeşmesinden, Rapitsis’in çeşmesine… Birazdan güzel Livisiyan kadınları, geleneksel su taşımaya gidecekler. Delikanlılar, evlenecekleri kadını seçmek için bekliyorlar. Sırtın üzerinde, İsa’nın şapelinden sonra, 26 Temmuz’da panayır düzenlenen Azize Paraskevi’nin şapeli var. Girişi denize bakmakta… Burada Livisiyanlar beyaz şapelin önünde duruyorlar. Azize Paraskevi şapelinde Paskalya’nın ikinci günü kutlarlardı. Biraz aşağıda, ‘Lonia’ adını verdikleri bir düzlükte, ayinden sonra dans edip eğlenirlerdi. Türkler, Mendos ve Antikragos’un zirvelerinden kar indirir, ‘petmezades’ (pekmezli kar şerbeti), ‘kanellades’ (tarçınlı kar şerbeti), limonatalar, kar ile yapılan soğuk içecekler ve meyve satarlardı.

İki büyük, düz ve parlak, gri renkli taş çocukların neşeyle oynadıkları yerdi. Tepesine çıkıp aşağıya doğru kayarlardı. Dik duruyorlardı. Yıllar önce parçalanıp, bölünmüş.

Livisi’den ayrılıyoruz. 45 dakikalık bir yürüyüşün ardından kuzeybatıda iki Türk köyüne geliyoruz: Pelengi ve yarım saatlik batı yürüyüşü mesafesindeki Kelemithari. Denize doğru ilerlerken, güzel kumsalıyla Keramia plajına varıyoruz; yüzüp dinlenmek için iyi bir fırsat. Çok yakında, kıyıdan 500 metre uzaklıkta, Aziz Nikolaos’un adası var. Su altında yapı kalıntıları görülebilir. Adada eski bir kilise ve çıkışı olmayan, yaklaşık 2 metre uzunluğunda bir mağara var.

Yolculuğumuz, Livisi’nin batısında, orman içinden iki buçuk saatlik yürüme mesafesindeki Evaggelon (Müjdeciler) Manastırı anlamına gelen Ayakula’ya doğru devam ediyor. Manastır kayaya oyulmuştu, yeri gizli ve denizin çok yukarısında; karşıda Rodos görünür. Girişe ulaşmak için pek çok basamak iniyoruz. Sonra elli basamak daha, bizi bir çıkıntıya götürüyor. Dik yokuş… Dedelerimiz ayakkabılarını çıkarıp, atarlardı, ters tarafı gelirse; bu kötü bir alametti.

Girişe ulaşmak için pek çok basamak iniyoruz

Manastırın misafirhanelerinin bulunduğu yere geliyoruz. Birkaç basamak daha çıkıp, tüm ikonaları kazınmış olan küçük bir kilisenin harabelerine ulaşıyoruz. Ancak, az da olsa, on iki havarinin izlerini seçebiliyorum. ‘Kyrie Eleison’ (Rab merhamet et) dedik ve bir üç kere kutsal ilahi okuduk (Trisagion). Asker refakatçimiz başımızda bekledi. Burada kilise yeniden canlandı, Girit’te olduğu gibi. Sonunda buraya da geldik ve hac ziyaretini tamamladık.

Manastırın misafirhanelerinin bulunduğu yere geliyoruz.

Ayakula’dan sonra aşağı inerken, neredeyse kayarak, geniş bir mağaraya ulaştık. Eskiler, Hristiyanların katliamlardan ve zulümlerden korunmak için burada saklandığını söyler. Mağaranın içinde yedi sarkıt sarkar, su damlar; su, küçük bir havuzcukta birikir. Bu, manastırın kutsal suyuydu; ağrıyan uzuvları ve yaraları iyileştirirdi.

Mağaranın içinde yedi sarkıt sarkar, su damlar; su, küçük bir havuzcukta birikir.

Doğa vahşi, ihtişamlı ve bakir… Ormanlar gür, ağaçlar dağın bağrından fışkırır: Bazıları denize yansır, bazıları ışığı ve güneşi görmek için yükselir.

Livisi’den ayrılıyoruz. Yol şimdi inişli.  Ovaya varıyoruz ve yaşlı bir adam, nefes nefese bizi karşılamaya koşuyor ve bize bir nar veriyor. “Bu, sizin ağaçlarınızdan” diyor. Alaca karanlıkta, Makri’ye giden yola koyuluyoruz.

Vatanımızdaki son günlerimiz duygularla dolu. İçten bir atmosfer oluştu. Babamın eski dostu Salih Efendi, bizi konak tarzındaki geniş ve geleneksel evinde yemeğe davet etti. Zor yıllarda o, Hristiyan cemaatine büyük bir yürekle ve hiçbir çıkar gözetmeksizin yardım etmişti.

Babamın eski dostu Salih Efendi (Salih Zeki Pekin), bizi konak tarzındaki geniş ve geleneksel evinde yemeğe davet etti.

Memnuniyetimiz, kasabanın ileri gelenlerinin, eşlerini ve çocuklarını tanımamız için evlerini açtıklarında tamamlandı. Sadece yakın akraba ve dostlar arasında kadın ve erkeklerin bir araya gelmesine izin veriliyor. Taşradaki kadınların özgürleşmesi henüz çok ilerlemedi; sadece akşamları sahil şeridinde kadınları görebilirsiniz ama insanlar ayrı oturuyor: erkekler ayrı, kadınlar ayrı. Törenlerde de aynı şekilde.

Bir Türk düğünü ve eğlencesine karışma fırsatı bulduk ve katıldık. Yerlilerle kaynaştık ve şenliğe ritim verip neşe saçan çalgıları izledik.

Bir Türk düğünü ve eğlencesine karışma fırsatı bulduk ve katıldık.

Son olarak, Kaymakamımızla birlikte, Osman Bay’ın oğlu, Fethiye Belediye Başkanı Tarık (Maro) bizi belediye salonunda bir yemeğe davet etti. Kendisi de iyi eğitimli bir insan. Çatalı tek silahımız olarak kullanıp tavuğu yemek için uğraştık, çünkü orada bıçak kullanılmıyor. Cesaretle, kırık Türkçemizi, meraklı ve bilgili ev sahibiyle felsefi bir tartışma yapmak için seferber ettik.

Son olarak, Kaymakamımızla birlikte, Osman Bey’ın oğlu, Fethiye Belediye Başkanı Tarık (Maro) bizi belediye salonunda bir yemeğe davet etti.

Öğleden sonra, bize Delfi misafirperverliği gösteren, acımızı tatlandırıp dağıtan tüm misafirperver insanlarla vedalaştık. Herkes ara sokaklara, balkonlara çıktı; mendilleri ve elleriyle bize el sallayarak veda ettiler. Kulaklarımızda hâlâ o en tatlı vedalaşma yankılanıyor: “Güle güle! İyi yolculuklar!” Cümlenin samimi ifadesi, müzikalitesi ve birliği, yelkenlerimizi bir dilek gibi doldurdu: Hükumetler, halklarının ruh halini kucaklasın ve güzel işler, barış ve refahın için el ele versin.

Hükumetler, halklarının ruh halini kucaklasın ve güzel işler, barış ve refahın için el ele versin.

Kaynak ve görsel sunumun tamamı : https://lycia.gr/en/digital-archive/archive-material/

1

Yorum, görüş ve önerileriniz