TAŞLARIN DİLİ VAR: OİNOANDA – YAZI VE FOTOĞRAFLAR: GÖKHAN KORKMAZGİL

Oinoanda’nın adı ilk kez MÖ 13. yüzyılda Hititlerin Yalburt Yazıtı’ndaki Luvice metinlerde geçer. Bu adın şarap ve üzüm sözcüklerinden türetildiği düşünülür. Kentin bir erken dönem sikkesinde üzüm salkımı motifine rastlanmıştır. Yerleşimin yakın çevresinde ezme ve sıkma işlikleri bulunmuştur. Bu yüksekliklerde zeytin ağacının var olması mümkün olmadığından, bu işlikler ve pres taşlarının üzüm sıkma ve dolayısıyla şarap yapımında kullanıldığı sonucuna varılmıştır. Oinoanda’nın Roma Dönemi öncesi tarihi iyi bilinmez. Hitit metinlerinde adı geçen “üzümü – şarabı bol” anlamındaki Wianawanda’nın burası olduğu düşünülmektedir.

Oinoanda kuzeyde, dağlık Kabalia bölgesinde yer alır. Tarihte bölgenin sınırları çok belirgin değildir, doğusunda Milyas, batısında Kibyratis bölgeleri bulunur. Kabalia Bölgesi Pamfiya, Psidya ve Frigya topraklarının sınırlarına dek uzanır. Oinoanda, Kabalia bölgesinin merkezindedir, MÖ 2. yüzyılda Bubon, Balbura ve Kibyra ile birlikte bir dörtlü şehir birliği (tetrapolis) içinde yer alır. Daha sonraları Likya Birliği’ne dâhil olmuştur. Siyasi olarak Likyalıdır, kültürel olarak Psidyalıdır, coğrafi olarak ise arada bir yerde kalır.

Kente ulaşmak için, Hüseyin Köktürk’ün “Taşlara Kazınan Bilgelik Hazzı” kitabında ayrıntılı biçimde tarif ettiği üç patikadan birini takip etmek gerekir. Eğer antik Likya Yolu’nun izleği durumundaki patikadan gelmişseniz kentin güney kapısına varırsınız.

Gökpınar mevkiinden Oinoanda’ya su getiren antik dönem su kanalı sekiz kilometre kadar uzanıyor, kente güneyden giriyor. Bu noktada dörtgen ve çokgen kesimli taşlardan özenli biçimde yapılmış erken dönem savunma duvarları yer alıyor. Sur dışında, kapaklarında aslan figürü bulunan Psidya tipi lahitlerden oluşan bir nekropol ile Flavianlar Mezar anıtı izleniyor. Surun doğu yöne bakan iç kısmında bir yazıtlı sunak gözleniyor. Arkeolog – yazar Hüseyin Köktürk gibi yapabilsek, günün iyice erken saatlerinde burada olabilsek biz de görürdük; Akdağlar’ın zirvesinden yükselen güneşin ilk ışıkları kentte önce bu yazıtın üzerine düşermiş. Kent kalıntıları arasında kuzeye doğru ilerleyince sonraki dönemlere ait bir sur daha önümüze çıkıyor. Bunun ötesinde geç dönem yerleşimi izleri ve bir kilise bulunuyor. Daha kuzeyde Roma Dönemi agorası, Vespasianlar ve Severanlar hamam yapıları izleniyor. Az daha kuzeyde, ortasından “Büyük Duvar” diye adlandırılmış olan geç dönem surlarının geçtiği büyük açıklığa, yani meydana ulaşılıyor. Burası kentin erken dönem merkezi ve agorası olarak ortada duruyor. Epikuros öğretisinin taşlara kazındığı Diogenes Yazıtları’na ait blok ve parçalar yoğun olarak bu alanın yakın çevresinde bulunmuş, koruma altına alınmış. Yazıtların bulunduğu üstü kapalı, sütunlu galerilerin bu alanda kurulmuş olduğu düşünülüyor. Bu erken dönem agorasının kuzeyinde bir tapınak kalıntısı var, kent en kuzeyde on beş oturma sırası bulunan tiyatro ile sonlanıyor. Kentin hemen dışında, doğu yönünde çok sayıda lahit mezarın bulunduğu bir nekropol alanı daha izleniyor.

Hüseyin Köktürk’ü hayal ediyorum. Üç patikanın birini seçermiş, birinden giderse öbüründen dönermiş. Otuz beş yıl boyunca bu tepeye tırmanmış, bu eski taşların arasında dolanmış. Epikuros’a göre evren, cisimler ve boşluktan ibaretmiş. Cisimlerin varlığını duyularımızla belirleyebilsek de, boşluğu göremez, duyularımızla algılayamazmışız. Cisim, “var olma” durumuysa, boşluk “yok olma” durumuymuş. Yani “olmama” haliymiş. Yine ona göre, ruh evrende diğer her şey gibi maddeden oluşurmuş, beden öldüğünde ruh da kaybolurmuş, dağılır, çözünür, başka küçük şeylere dönüşürmüş. Ortada boşluk kalırmış.

Şimdi, bu kentteki boşluğu anlamaya çalışalım. İnsanın ve zamanın eksilttiği kent yapılarına bakalım. Biz görmek için göze sahip değiliz, gözümüz olduğu için görebiliyoruz. Göremediğimiz şeyler için hayal gücümüze başvuruyoruz. İşte Oinoanda’yı anlamak için de bolca hayal gücü gerekiyor, oraya buraya dağılmış eski taşlar bize sadece biraz ipucu veriyor.

1

Yorum, görüş ve önerileriniz