Anacığım,

Bu mektubu, sana yazmak istiyorum da sana mı yazıyorum, kendime mi bilemiyorum. Nerden başlasam onu da bilemiyorum. Babamla birlikte şehre gittiğimiz, üç kuruşluk eşya ile beni havaalanından yolcu ettiğiniz günden mi? Ben ki kasabasından hiç çıkmamış Asiye, nasıl gittim Almanya’ya evlenmeye, bilemiyorum. O Almanya hayalinden mi başlasam, İstanbul’daki akrabalarda kaldığım günlerden mi? O evde oturup vizeyi beklemek cehennemdi. Sürekli aşağılanmak, dil bile bilmeyen ortaokul terk, kasabalı kız olarak… O Almanya hayali olmasa, katlanmazdım bunların hiçbirine…

Almanya… Yabancı, temiz, uygar bir ülkede evimin kadını olacaktım ben. Bir şehirde yaşayacaktım. Güzel temiz bir evim olacaktı. Çocuklarım olacaktı, onları tertemiz okullara gönderecektim. Bizim köy okulu gibi toz içinde, üç kişi bir sıranın üstünde itiş kakış oturduğumuz yerlere değil. Onlara evde kurabiyeler yapacaktım, ödevlerine yardım edecektim, ilk yıllarda tabii. Sonra benden daha çok şey biliyor olacaklardı.

‘Almanya’ demiştin anne, uygar, büyük bir ülke, medeniyetin beşiği… Bunların yeterli olduğunu sanmıştım. Senin dediğin o Almanya’yı ben hiç görmedim Anne.  Ne gittiğim yer Almanya’ya benziyordu ne de Berlin hayallerimdeki şehre… Beni havaalanında karşılayan müstakbel kocam da hayallerimdeki erkeğe benzemiyordu, ama nazikti en azından başlangıçta, aile evinde kaldığımız o dönemde

Sonra evlenince taşındığımız iki göz odamızdan, şehri pek az gördüm, biliyor musun Anne. Nikahımız kıyıldıktan sonra akrabalarımı da pek görmedim aslında. Hep Ahmet’le ikimiz. Hayal ettiğimiz çocuklar hiç olmadı tabii. Çünkü, o çocukların olması için iki insanın nasıl yakınlaşması gerektiğini bana hiç öğretmedin Anne. Kadınlığımdan utanmayı öğrettin, yalnız bana. Ahmet’e de babası pek bir şey öğretmemişti sanırım, ya da öğretmişti; bir kadının onun malı olduğunu, nasıl isterse öyle davranabileceğini öğretmişti. Böylece ben de şefkatli bir baba değil, sekse susamış bir hayvan gördüm.

Ahmet’in kesin fikirleri vardı, evlilik konusunda. Evlendiğimizin ertesi günü, emirlerini bildirdi bana: tek başına evden çıkılmayacak, yalnız ev işleri ile uğraşılacak, sevdiği yemeklerin listesi falan, haftada en az iki kere kızartma yapılacak, haftada iki kere sevişilecek, iki kere yıkanılacak… Alışverişi falan kendisi yapıyordu. Şehrin bir ucundan kayınvalidemin gelip de beni dışarı çıkarması mümkün değildi zaten. O yokken televizyon bile seyretmem yasaktı. Seyrettiğimi nasıl anlayacaktı ki… Zaten dil de bilmiyordum.

Ama reklamlarla başladım. Reklamlar bütün dünyanın ortak diliymiş, biliyor musun Anne? Reklamlarda, bütün dillerde çamaşırlar bembeyaz yıkanıyor, bütün dillerde güzel sağlıklı çocuklar kırlarda neşeyle koşuyor, mutlu aileler güzel arabalara biniyor, kocaman evlerde yaşıyor, kadınların saçları mis gibi kokuyor.

Ama bir kez yakaladı beni, reklamlara o kadar dalmıştım ki, onun geldiğini fark etmedim bile. Emirlerine uymazsam cezalandırılacağımı söylemişti, bunun nasıl bir ceza olduğunu bilmiyordum, o gece öğrendim Anne. Ondan sonra televizyon seyretmişim, seyretmemişim fark etmedi zaten, her canı sıkıldığında döver oldu Ahmet beni.

İlk dövdüğünde o kadar çok ağlamıştım ki, susturmak için, kucaklayıp yatağa götürmek zorunda kalmıştı beni. Sonra bu bir adet halini aldı, önce dövüp sonra kucakladı beni hep. O kadar yalnızdım, o kadar sarılacak kimsem yoktu ki, ben de ona sarılıp uyudum hep… Beni dövmek mi, yoksa dayaktan sonraki bu teslimiyetim mi daha çok hoşuna gitti bilinmez, beni dövdükçe dövdü Ahmet…

Ama sonra, ben çok kötü bir şey yaptım biliyor musun Anne, içim acıyor. Ama yapmaya mecburdum. Anlatacağım sana…

Almanya’da geçirdiğim onca zaman içinde, bana ilgi gösteren tek insan komşum Helga oldu. O da evden pek çıkmıyordu ama bir gün kapı aralığında karşılaştık nasıl olduysa. 50li yaşlarında ufak tefek bir kadın, beni hemen evine çağırdı, kahve içmeye. Bir insan yüzü görmenin sevinciyle, ama korka korka gittim. O günden sonra da benim yarım yamalak Almancam, onun yarım Türkçesiyle derdimi anlattığım, omzunda ağladığım tek kişi, o oldu. Helga’nın her şeye yetecek bir hoşgörüsü, en talihsizleri bile teselli edecek bir sevecenliği vardı. Hayatlarımız ne kadar farklıysa da ruhlarımız o kadar yakın oldu. Benim tek dostum oldu. Ve şimdi ben bu dostuma ihanete ediyorum.

Aslında tek çıkar yolun, pasaportumu alıp kaçmak olduğunu söyleyen ilk kişi, o oldu. Önce kocamı şikâyet etmem gerektiğini söyledi, hatta ben yapmazsam kendisinin yapacağını söyledi. Çok yalvardım ona, pasaportumu Ahmet saklıyordu, tek başıma, pasaportsuz, dil bilmeden ne yapardım Almanya’da. Öyle dönemezdim memlekete. Bunu öğrendikleri an, rezil ederdi Ahmet’le ailesi beni. Sonunda bunun bana yaramayacağın anladı. Türkiye’ye dönmeliydim ama öyle devlet zoruyla değil, kendi seçimimle, vicdanı hür irfanı hür bir Türk kadını gibi… Ama pasaportu bulsam bile, parayı nerden bulacaktım, filmlerde olurdu öyle şeyler…

Ama bir gün, bir mucize oldu Anne, evde temizlik yaparken, daha önce Ahmet’in korkusundan hiç ellemediğim bir çekmecede pasaportumu budum. Şüphelenmesin diye gene aynı yerde bıraktım. Yalnızca karar vermek gerekiyormuş Anne, Allah yardım ediyormuş! Senin öğrettiğin gibi, boyun eğmek değil, karar vermek, gerekirse nefret etmek, gerekirse ihanet etmek lazımmış Anne…

Hem biliyor musun, anneler bile kızlarına ihanet ediyorlar, Ahmet bazen kızdığında, ‘ben, dünyanın parasını ödedim sana’ diyor. Bana değil tabii, kime ödedi Anne? Ne zaman, daha beni havaalanına bile götürmeden önce mi, yoksa vizeyi alınca mı? Onun için mi her gece telefon açıp sordun bana?

Helga ile ilgili bir şeyi söylemedim aslında. Bir tekerlekli sandalyeye mahkûm yaşıyor o. Tekerlekli sandalyesi onu her şeyi; alışverişe onunla gider, arkadaş toplantılarına, bankaya maaşını çekmeye. Bir tek evde kullanmıyor onu. Evde baston ve duvarlara çepeçevre raptedilmiş demir borularla idare edebiliyor, zaten evi çok küçük. Başlangıçta tekerlekli sandalyeyi iki evin arasındaki apartman boşluğuna koymaya ben ikna ettim onu. Zaten orayı ikimizden başka kimse kullanmıyordu ve iyi niyetliydim o zaman.

Biliyor musun Anne, az kalsın bir bebeğim oluyordu. Ama Ahmet, bir akşam kötü dövdüğünden mi beni, yoksa nefret ettiğim kocamdan bir çocuk sahibi olmayı aslında hiç istemediğimden midir bilmiyorum, onu sonsuza dek kaybettim. Ahmet genellikle birkaç tokat atar, ama o gün, yere düşünce hızını alamayıp bir de tekme savurdu karnıma. Sonra da “piç” dedi çocuğuma. Nasıl piç olabilirdi ki, evden başka bir yer gittiğim varmış gibi.

O gün anladım, böyle giderse daha çok dayak yiyeceğimi, çocuğum olsa bile, bunun beni kurtaramayacağını, belki birlikte dayak yiyeceğimizi. Ahmet’in gözünde hep suçlu, hep kötü bir şey yapmış, parayla satın alınan biri olarak kalacağımı.

Ama Allah rızası için, merhamet sahibi adamdı Ahmet, beni, o düşükten sonra doktora götürdü. Evden dışarı çıktığım nadir zamanlardan biriydi bu. O yüzden, halsizliğime rağmen, dikkat kesilip bütün yolları ezberlemeye çalıştım. Dönüşte Burger Strasse’de kurulan bir halk pazarına uğradık. İkinci el pazarıymış burası. Hayatımda böyle şenlikli böyle büyük Pazar görmedim. Biraz evden çıkabilsem, iyi bir yer olabilirdi Almanya aslında.

Buzdolabından tencereye kadar her şey satılıyordu burada. İlk o zaman aklıma geldi işte. Benim gördüğüm para edebilecek tek şey, Helga’nın tekerlekli sandalyesiydi. Hoş, o da bana ait değildi ama, olabilirdi. Kötü iğrenç bir düşünce gibi geldi önce. Sonra giderek alıştım bu düşünceye, onu apartman boşluğundan almanın ne kadar kolay olacağına.

Biliyorum Anne, içimi acıtıyor ama yapmak zorundayım. Tekerlekli sandalye orada duruyor, onu aşağıya indiren düzeneği çoğu zaman ben kullanıyorum zaten. Üstüne eski paltoları yığarım, kimse şüphelenmez, Helga’yı evden çıkarıyorum sanırlar. Burger Strasse çok yakın buraya. Oradaki seyahat bürosunu da biliyorum Ahmet’in hep bilet aldığı. Metro ile havaalanına gitmek de zor olmasa gerek, hatta param yeterse taksiyle.

Helga’ya özür dileyen bir mektup bırakayım mı bilmiyorum. O beni anlar diye bir his var içimde. Bu mektubu sana gönderip göndermeyeceğimi de bilmiyorum. Belki de bu mektuptan önce ben gelirim. Benim kaderim hep aynı Anne. Nasıl ki beni dövdüğü zaman bile Ahmet’in boynuna sarıldım, bana ne kadar ihanet etmiş olsan da aynı çaresizlikle sana gelmekten başka bir şey gelmiyor şimdi de elimden…

Yapacağım şeyler için Tanrı yardımcım olsun.

Kızın

Asiye

 

Yorum, görüş ve önerileriniz