FELSEFE TARİHİ 13 – UFUK SAKA

Fransa’da devrimin ardından 18’nci yüzyılın sonlarında gerçekleşen Fransız Devriminin toplumsal etkileri İngiltere’de başlatılacak olan Sanayi Devrimine uygun sosyal ve siyasal zeminin oluşmasını sağladı.

Baldırı çıplaklar

28 Ağustos 1789’da gerçekleşen kanlı Fransız Devriminden sonra, Fransız Ulusal Meclisi tarafından, Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi kabul ve beyan olundu. Bu bildiride insanların eşit doğduğu, eşit yurttaşlık haklarına sahip olduğu, insanların her türlü zorbalığa karşı direnmesinin bir hak olarak görülmesi gerektiği, egemenliğin bir kişi veya grubun elinde olamayacağı, tersine egemenliğin millete ait olduğu, kimsenin dini ve sosyal inançları yüzünden eşit olmayan bir muameleye tutulamayacağı yer alıyordu. Fransa’da devrimin hemen ardından devrime önayak olan işsiz, fakir halkı tanımlamak üzere “Baldırı Çıplaklar” devri denen bir dönem yaşandı. Yağmalar ve şiddet içeren bu dönem, liderleri Robespieerre’in giyotinle idam edilmesiyle son buldu. Fransa’da 1792’den 1804’e kadar süren Cumhuriyet dönemine “1. Cumhuriyet” denildi. Fransız devrimi, “Burjuva demokratik devrimi” olarak kabul edildi ancak bu sürecin devamı gelemedi.

Fransız Devrimi

Devrimden sadece 10 yıl sonra Fransa, konsüllük ile yönetilmeye başlandı.  Tüm yetkiler üç konsüle verildi. Birinci konsüle bu yetkilerin tamamını kullanma hakkı tanındı. Birinci konsül görevine de General Napolyon Bonapart getirildi. Darbe sonucu gerçekleşen bu yeni yönetim tarzına geçiş, Marksistler tarafından burjuva demokratik devriminin sonu olarak değerlendirilmektedir. 1804 yılına kadar devam eden bu sürecin ardından “yeniden” imparatorluk yönetimi başladı.  Bu dönem de 1848’de devrimcilerin sokaklara kurdukları barikatların ardından sona erdi ve 2. Cumhuriyet dönemine geçildi.  Bugüne dek inişli çıkışlı değişken idari yapılar içinde yönetilen Fransa’da en sonuncusu 1958’de kurulan ve halen devam eden 5 cumhuriyet dönemi yaşandı.

Fransa’da monarşiye karşı fikirlerin ve siyasal etkinliklerin kanlı boyutlarda sürmesi sonucunda Avrupa’nın bütününe yayılmasını engellemeye çalışan Fransa dışındaki devletler (Koalisyon Güçleri) ile Napolyon komutasındaki Fransa Devrim Ordusu arasında savaş başladı. Napolyon Savaşları olarak adlandırılan bu çatışmalar, 1800-1815 yılları arasında yaşandı. Savaşlar Napolyon’un yenilgisiyle sonuçlandı. Viyana Kongresi ile de Avrupa’nın siyasi durumu yeniden düzenlendi.

Fransız Devriminin Sonuçları

Waterloo Savaşı

Avrupa’da kiliselerin krallıklar üzerinde bile hakimiyet kurduğu Ortaçağ’ın karanlığından aydınlanma süreci ile çıkıldıktan sonra bu kez yıkılmaz denilen, egemenlik hakkını Tanrı’dan aldığı algısı yaratılmış olan krallıkların yıkıldığı görüldü. Antik Yunan’da polis devletlerinde görülen, aydınlanma sürecinde ilk kez İngiltere’de ortaya atılan ve ABD’de farklı şekillerde uygulanmaya başlayan demokrasinin (Marksist terminolojide burjuva demokrasisi), Avrupa’da da uygulanabileceği fikri yaygınlaşarak medeniyetin temel unsurlarından biri olarak yaşama geçirilmeye başlandı. Bunun gereği olarak egemenliğin halka ait olduğu kabul edildi. Demokrasi ile birlikte özgürlük, adalet ve eşitlik fikri de gelişti.

Milliyetçilik fikri, siyasileşti. Birden fazla ulusu barındıran devletler parçalanmaya, dağınık uluslar kendi siyasi birliklerini kurmaya başladılar.

Fransa’da yayınlanan İnsan Hakları Bildirisi, dünyada geçerli olan bir bildiriye dönüştürüldü.

Sonuçları bakımından evrenselleşen Fransız Devrimi, birçok tarihçi tarafından Yakın Çağ’ın başlangıcı olarak kabul edildi.

Soru: Avrupa’da Ortaçağ karanlığından çıkışta yine karanlığın da müsebbibi olan kilise babalarının düşünceleri etkili oldu. Aydınlanma süreci ile birlikte kilisenin devlet üzerindeki baskısı ve egemenliği sona erdi. Bir demokratik devrim olan Fransız Devrimi ile krallıklar yıkılmaya başladı. Sanayi devrimi ile makineleşen Avrupa’da feodalizm kademeli olarak tasviye edilirken kapitalist üretim sürecine geçildi.

Bu süreçler dikkate alındığında içinde birçok sorunu da barındıran “medeni” dünyada yaşanan değişimler İslam dünyasında neden yaşanmadı? Feodalizm kısmi olarak dahi olsa neden hala bu coğrafyada varlığını sürdürüyor? İslam dinindeki hurafelerle yüzleşecek din insanları bu coğrafyadan neden çıkamıyor? İslam dünyasının “medenileşmeye” karşı inatla sürdürdiği direnişin arkasında “medeni” dünyada yer alan devletlerin rolü olabilir mi?

Milliyetçilik: Ortaya çıkışı

Ulus kavramının çok önemli bir değer haline gelmesinin ve ulus devletlerin kurulmaya başlanmasının, Fransız Devriminden sonra gerçekleştiğini söylemek yanlış olmaz. Tabii, bu sürecin sadece bir ülkede monarşinin sona ermesiyle bde açıklanamaz. Fransız Devriminin hemen arkasında İngiltere’de başlayan va Avrupa’ya yayılan Sanayi Devrimi de ulusların ve ulus devletlerin ekonomşladığı söylenemez. Milliyetçiliğin ortaya çıkışında feodalizmden kapitalist üretim sistemine geçiş çok etkili oldu. O dönem itibarıyla milliyetçilik ilerici bir kavram olarak değerlendirildi.  

Suçluyorum Türkçe Kitap Baskısı

Feodal üretim ilişkilerine göre yapılanan devletlerde devletin sahibi olan ve onu meşru olarak gösteren idare biçimi monarşiydi. Feodalizm zayıflarken ve makineleşen Avrupa’da doğup gelişmeye başlayan burjuva sınıfı, politik etkinliği de eline almak zorundaydı. Halkın desteğini de arkasına almak isteyen burjuvalar, kralın elindeki egemenliği ondan almak için milli egemenlik fikrini ortaya attılar. Bu fikri beğenen ve kabul eden kitleler burjuvazinin yanında yer aldı. Fakat başta İngiltere olmak üzere Avrupa’daki bazı devletlerde krallıklar burjuvazi ile uzlaşma yoluna gitti ve batı tipi demokrasi ile birlikte ulus tanımın yapıldığı ve tanındığı meşruti monarşi düzeni oluşturuldu.

Ulus devlet, genel olarak meşruluğunu bir ulusun belli bir coğrafi sınır içindeki egemenliğinden alan devlet şekli, olarak tarif edilir. Bu tarife göre devlet politik bir varlıkken, ulus ise kültürel ve etnik bir varlıktır. Ulus devlet kendisinden önce gelen devlet yapılarıyla bu bağlamda büyük ölçüde farklıdır. Ayrıca ulus devlet kavramı her milletin kendi kaderini tayin ve otonomi hakkına sahip olduğu fikrini de içermaktedir. Bu özelliğiyle dünyadaki birçok milliyetçi harekete ilham kaynağı oldu.

Elbette ulus devletlerin ortaya çıkmasında 19. Yüzyılda, Avrupa’da yaşanan Sanayi Devriminin sonuçları arasında yer alan yazılı basının gelişmesi, eğitim ve öğretimin kurumlaşması gibi etkenler de vardı.

Hem sosyologların hem de felsefe ile ilgilenenlerin bu noktada sorduğu ve farklı cevaplar verdikleri bir konu ise milletin mi (ulusun), yoksa milli devletlerin mi (ulus devletlerin) daha önce ortaya çıktığı sorusudur. Bilindiği üzere “ortodoks milliyetçiler”, milletin önceden var olduğunu iddia etmektedirler. Bu görüş sahibi olanlardan bazıları, Hitler Almanya’sında örnekleri görüldüğü gibi bir milleti kafatasına göre tanımlamaktadır. Saf (Arî) ırk temelli milliyetçilik, faşizmin sosyolojik temelini oluşturdu. Ancak hem moderniteden yana olanların hem de sosyologların ve tarihçilerin önemli bir bölümü ulusal kimliğin yönetim şekli değişmiş olsa bile önceden var olan devlet politikalarının bir sonucu olduğu görüşündedirler. Marksist düşüncelere sahip olanlar, ulusun ortaya çıkışında emperyalizmin sömürge ülkeleri üzerindeki baskısına karşı o ülke halklarının bir araya gelerek direnmesinin etkili olduğunu vurgulamaktadırlar. Sömürülen ülkelere yönelik bu bakışın sömüren ülkeleri de kapsayacak şekilde düzenlemesini ise Marx ve Engels, birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da şöyle açıklamaktadırlar: “İşçilerin vatanı yoktur! Proletarya öncelikle siyasal üstünlüğü elde ederek, ulusun öncü sınıfı olmalıdır!”

Milliyetçiliğin hukuka karşı kini: Dreyfus olayı

Dreyfus Davası

Özgürlük, eşitlik, kardeşlik (Liberte, egalite, franternite) gibi ilkeleri temeline koyan Fransa’da hızla yaşanan dönüşümlerin ardından ülkenin milliyetçiliğin de anavatanı olmasıyla birlikte, Fransız Devrimden 105 yıl sonra milliyetçiliğin ve onun temelinde yer alan, dini ve etnik kimliklere saldıran ırkçılığın kötü bir sonucu yaşandı. Fransa ordusunda yer alan ve bir Yahudi olan Yüzbaşı Alfred Dreyfus, casuslukla suçlandı. Fransa’da hukuki tartışmalara neden olan olay, Alman Elçiliğinde bulunan bir mektubun Dreyfus’un elyazısı ile yazıldığı ve yüzbaşının Almanya lehine casusluk yaptığı iddiasıyla başladı. Zengin bir ailenin çocuğu olan Dreyfus, Fransa’daki Yahudi düşmanlığına rağmen askeri okulda gösterdiği üstün başarı ile subay olmuştu. Casusluk iddiasıyla tutuklanan Dreyfus, kendi elyazısı ile yazıldığı iddia olunan ve altında imza bulunmayan mektup dışında başka bir belge olmamasına rağmen tutuklandı ve mahkûm edilerek Şeytan Adası’na gönderildi. Ancak bir müddet sonra bu mektubun Dreyfus’a ait olmadığı kesinleşerek mektubun asıl sahibi bulundu. Bu şartlarda davanın yeniden görülmesi ve tutukluluğunun sona ermesi gerekirken genelkurmay buna müsaade etmedi ve “Yahudi Yüzbaşı”nın tutsaklığının devamına karar verdi. Mektubun gerçek sahibinin beraat etmesine ve Dreyfus’un tutsaklığının sürmesine karar veren mahkemenin ardından Émile Zola, bir gazetede Cumhurbaşkanına yönelik olarak “Suçluyorum!” başlığı ile bir açık mektup yayınladı ve bu mektubunda Genelkurmay Başkanını ve olayda parmağı olan yüksek rütbeli subayları görevlerini kötüye kullanmakla suçladı. Bunun üzerine Zola da “Orduya Hakaretten” tutuklandı. İktidar değişikliğinin ardından Dreyfus yeniden yargılandı. Tutukluluk ve tahliye işlemleri birkaç kez tekrarlandıktan sonra verilen beraat kararıyla özgürlüğüne kavuştu. Geriye 12 yıl süren haksız bir suçlama ve tutsaklık kaldı.

19’ncu yüzyılın Fransız filozofları

Fransız devrimin hemen öncesinde 1760’ta doğan Saint-Simon (Ölüm tarihi 1825), toplumun kapitalist sisteme uygun olarak düzenlenmesi gerektiğini savunan reformcu bir filozof olarak tarihteki yerini aldı. Bilime uygun şekilde bir toplum bilimi kurulması gerektiğini yazdı. Montesquieu ile birlikte sosyoloji biliminin öncüllerinden kabul edildiler. Felsefede pozitivizm adı verilen akımın kurucusudur. O, Fransız devriminin mutluluk getirmediğini savundu. Toplumdaki tüm insanların mutluluğunun yeni bir toplumsal düzenleme ve sosyal reformla sağlanabileceğine inandı. İşçi sınıfı ile fabrika sahiplerini, bankerleri, esnafı ve diğer toplumsal katman ve sınıfları idealize ettiği reform sürecinde bir araya getirerek toplumsal mutluluğun sağlanabileceğini ileri sürdü. Karl Marks, Saint Simon’u “ütopik sosyalistler” arasında saymaktadır.

Saint Simon

Fransız devriminden 10 yıl sonra doğan (1798 – 1857) Auguste Comte, filozof, matematikçi ve yazar olmasıyla birlikte esas ününü “Sosyoloji” biliminin kurucusu sayılmasından elde etti. “Sosyoloji” teriminden önce toplumların da fizik kurallarına uygun olarak incelenebileceğini düşünerek buna “Sosyal Fizik” adını verdi. Saint Simon’dan etkilenerek felsefedeki pozitivist akımın temsilcisi olarak çalışmalar yürüttü. Fransız Devrimi’nin neden olduğu toplumsal düzensizliğe çare bulmaya çalıştı. Comte, yeni filizlenmeye başlayan sosyalist fikirlere karşı çıkarak, devrimlerin basiretli yöneticiler tarafından alınacak tedbirlerle engellenmesi gerektiğini savundu.

Henri de Saint Simon‘dan etkilenen Comte, yeni bir toplum biçimine geçişin yakın olduğuna inandığı Pozitivizm olarak adlandırdığı bilime dayalı yeni bir sosyal doktrin oluşturmaya çalıştı. Dini ve seküler hümanist örgütleri “İnsanlık Dini” adı verdiği “Peygambersiz bir din” çatısı altında toplamak istedi. Hatta Osmanlı Sadrazamı Mustafa Reşid Paşa’ya bir mektup yazarak Osmanlı’yı da “İnsanlık Dini”ne davet etti. 

Comte

Sosyolojiye adını veren Comte olsa da sosyolojinin akademik anlamda bir bilim dalı haline gelmesini sağlayan David Émile Durkheim oldu. Comte’nin ölümünden bir yıl sonra 1858’de doğan Durkheim, yayınladığı “Sosyoloji Dergisi” ile akademik camiada saygınlık kazadı ve sosyoloji kürsüsü ilk olarak Fransa’da onun tarafından kuruldu. Durkheim’a göre toplumda düzenin sağlanabilmesi için iki tür dayanışma gereklidir: Mekanik ve organik dayanışma… Fazla gelişmemiş toplumlar homojen bir yapı içindedirler ve makineleşme tam olaraksağlanmamıştır. Din toplumda etkilidir. Böylesi toplumlarda mekanik dayanışma ile düzen sağlanır. Gelişmiş veya gelişmekte olan toplumlar heterojen bir yapıya sahiptirler. Bu toplumlarda modern üretim yöntemleri kullanılmaktadır. İnsanların farklılıklara saygı duyduğu bu toplumlardaki düzenin ise organik dayanışma ile sağlandığını savunmaktadır.

Durkheim

Sosyolojisinde intihar meselesine de özel bşr yer ayıran Durkheim’ın eserleri arasında Sosyolojik Metodun Kuralları, İntihar, Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri ve Toplumsal İşbölümü bulunmaktadır.

Saint Simon, Comte ve Durkheim’ın yanı sıra 19’ncu yüzyıl Fransa’sında bir siyaset filozofu olan Tocqueville (Eserleri: Amerika’da Demokrasi Üzerine, Eski Rejim ve Devrim) ile birlikte 20’ye yakın filozof, felsefe tarihinde yer aldı.

1

Yorum, görüş ve önerileriniz