FELSEFE TARİHİ 11 – DÜNYA, FELSEFENİN IŞIĞINDA MAKİNELEŞEREK MODERNLEŞTİ / UFUK SAKA
Miletli Thales’in dünyayı açıklamak için mitolojiyi sürdürmek yerine mitleri yıkacak şekilde doğa felsefesini kullanmaya başlayan ilk filozof olduğu düşünülür. Felsefenin dünyayı açıklama gayretinden başlayarak kendi içinde dalara ayrılması ve bilimsel gelişmelere ışık tutacak yetkinliğe ulaşması uzun bir süreç içerisinde adım adım gerçekleşti.
Felsefeyi inşa eden Antik Yunan filozofları
Milet Okulu’ndan yetişen filozoflar dünyayı var eden ana maddeyi aradılar. Ardından gelen filozofların gündeminde varlık sorunu vardı. Ontoloji denilen felsefenin temel meselesini Aristoteles, varlığın niteliğinin bilimi, varlıkların öze dair incelemesi olarak açıkladı. Antik Yunan felsefesinde ontolojinin ardından, bilgi ve hakikatı arayan epistemoloji, gerçeklik ve varlık arasındaki bağlantıyı kurmaya çalışan metafizik, aklı ve akıl yürütmeye dair sorunlara el atan mantık, estetik ve etik ile ilgili olarak aksiyoloji, devlet ve hükümet işlerine kafa yoran siyaset felsefesi gelişip olgunlaştı.
Yine bu dönemde insan ve insanın işlevi sorunu, idealar sorunu, değişim sorunu ve değişimin nedenleri, sonuçları, gündeme geldi, sağaltım olarak, insanın mutlu olması bakımından felsefe tartışıldı.
İslam coğrafyasında felsefe
Yunan medeniyetinin çökmesinin ardından İslam coğrafyasında bir yandan mutlak itaati öne çıkaran dini egemenlik hüküm sürerken diğer yandan da tercüme hareketiyle Antik Yunan filozoflarının gündeme getirdiği felsefi meseler tartışılmaya başlandı. Kelam ilmi, “inanmak” esas alınarak İslam dininin ana ilkelerini tartışırken, aynı coğrafyada “Varlığı veren doğa, yok eden zamandır.” diyen Dehrilik bugünkü adıyla ateist düşünceler de boy gösterdi. Bunun yanı sıra bir yaratıcıyı benimseyen, dini eleştiren “Tabiatçılar” başta olmak üzere, İslam dünyasında din ile ilişkileri sıcaktan soğuğa kadar değişen birçok felsefi akım önemli tartışmalar içine girdi.
Kilise Babaları içinden çıkarak Ortaçağın karanlığını yırtanlar
İslam coğrafyasında felsefe Antik Yunan’ın mirasını üstlenerek kendi içinde farklı yorumlarla varlığını sürdürürken Ortaçağ Avrupası, Hristiyan dininin katı kuralları içinde karanlık kabul edilebilecek bir döneme girdi. Bu karanlık içinde dahi insanlar düşünmekten geri kalmıyorlardı. “Kilise babaları” olarak da adlandırılan teoloji eğitimi almış düşünürler felsefenin önemli konularından birisi olan “Tikeller ve tümeller” sorununu tartışmaya başladılar. Patristik ve Skolastik olmak üzere birbirini takip eden bu iki dönemde Kilise Babaları “Tümeller Tanrının zihnindedir.” düşüncesinde mutabık olduklarından tümellerin tikellerden önce geldiği düşüncesi ağır bastı. Ortaçağ felsefesinin aykırı ismi olarak anılan Ockhamlı William ise Duns Scottus ile birlikte tümellerin aslında var olmadığı fikrini otaya attı.
Bilimin skolastik felsefeyi devirmesi
Ortaçağın sonlanmasında, dünyayı kendi özü üzerinden anlamanın bir kenara bırakılıp insanın düşünce biçimi üzerinden anlaşılmasının ön plana çıkarılması etkili oldu. Kainatın, esas olarak durağan ve ideal bir ayüstü ile değişimlerin yaşandığı eksik ayaltı yani içinde bulunduğumuz dünya olarak iki bölüme ayrılması şeklinde açıklanacak skolastik düşünce, Galileo’nun ve birçok astronomi ile ilgilenen bilim insanının tersini ispat etmesiyle birlikte çürütüldü. Ayaltında yaşayan bizlerin mükemmel, ideal ve zamandan bağımsız bir yer olan ay üstüne gitme amacı kalmadı. Evrenin organik olmadığı anlaşıldı. Doğa artık matematik ve fizik bilimiyle çözülebilecek olan bir mekanizma olarak görülmeye başlandı. İnsanın bu mekanizmanın bir parçası olduğu kabul gördü. Bu değişim İtalya’da başlayan ve tüm Avrupa’yı saran rönesans ve ardından gelen reform dönemlerinde başladı.
Descartes’ın “Ben’i
Bilimin gelişmesi ve kendi içinde dallara ayrılmaya başlaması ile birlikte, bilimin temel yasalarını gerekçelendirmek üzere felsefi düşüncede de bir değişimin, atılımın, yenilenmenin olması kaçınılmazdı. Descartes’a kadar çok sayıda düşünür modern felsefeyi temsil edebilecek nitelikte düşünceler üretmiş olsa bile modern felsefenin babasının Descartes olduğu fikri bugün geçerliliğini korumaktadır. Descartes, artık sadece insanın bilincinde olan, merak ettiği ve aramakta olduğu şeylerle ilgilenmedi, onlarla artık “bilincinde olduğunun bilincinde olarak” ilgilenmeye başladı. Septik düşünce anlayışıyla mutlak doğruyu ararken kendisini “kesinliğinden emin olduğu doğru” olarak gördü ve özneyi, “düşünen beni” felsefesinin temeline koydu. Bu, karanlığı dağıtan felsefi bir fırtınaya yol açtı.
Avrupa aydınlandı!
Descartes’ın açtığı yoldan ilerleyen Immanuel Kant, aydınlanmanın, insanlığın kendi varlığını kendi farkındalığı ile kurma çabası olarak tanımlayan filozof olarak tarihteki özel yerini aldı. Felsefe tarihi, Kant öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayrılarak incelenmeye başlandı.

Aydınlanma süreci, üzerinde güneş batmayan imparatorluk olarak anılan Büyük Britanya’da başladı. Yerçekimini bulmasıyla birlikte bilimsel metodların insana dair bilimlere de uygulanmasının yolunu açan Newton’un ardından aydınlanmada tarih bilincini ilk ortaya atan isim olan Hume, “İnsan insanın kurdudur. (Homo homini lupus.)” sözüyle birlikte devletin de, devleti yönetenin de monark olması gerektiğini savunan Hobbes, akıl ve bilgi konusunda “Boş levha (Tabularasa)” deyimini ilk kullanan filozof olan John Locke başta olmak üzere çok sayıda İngiliz ve İskoç filozofu aydınlanmanın temellerini oluşturacak konularda eserler verdiler ve bu eserlerde dile getirdikleri düşüncelerini insanlığın tartışmasına açtılar.
En radikal aydınlanma Fransa’da yaşandı. Voltaire ve Montesquieu ile İngiliz deizmi ve tolerans düşüncesi Fransa’ya taşındı. 1789 Fransız Devrimi, sadece saraya karşı girişilen bir hareket değildi. Sanayi devrimine de neden olacak şekilde insanlık tarihinin en temel fikirleri bu devrim ile birlikte dünyada yer edindi: Özgürlük, eşitlik, kardeşlik! Bu fikirlerin adaleti de kapsayacak şekilde yeşermesi ve gelişmesi sürecinde ortaya çıkan Fransız düşünce insanları arasında Descartes, Montesquieu, Voltaire, Diderot, D’Alembert gibi onlarca isim bulunmaktadır.
Almanya, aydınlanmanın tepeden, ülkeyi yöneten adam olan Prusya Kralı Büyük Friedrich’ten başlayarak, düşünürlere, tabana, halka yayıldığı ülkedir. Felsefe tarihinde milat olarak anılan Kant, “Düşünmekten korkma, yüreklice düşün!” dedikten sonra aydınlanmayı direten bir monark olan Büyük Friedrich’in, “Ne düşünürsen düşün ama itaat et!” sözünü de alıntılamaktan geri durmadı. Kant’ın ardından gelen Fichte, Schelling ile birlikte dünyaya diyalektik yöntemi hediye eden Hegel ve onlarca Alman filozof, Almanya’yı felsefenin öne çıkan ülkesi haline getirdi.
Aydınlanma sürecinin ardından sona eren 18’inci yüzyılla birlikte Avrupa’da bilimin öne çıktığı, keşiflerin ve buluşların ardı ardına birbirini izlediği modern dünyanın temelleri de atıldı.
Sanayi Devrimi ve hümanizm
Descartes’ın tüm doğayı, insanla birlikte, hayvanı ve bitkiyi de makine yerine koymasının ardından modern dönemin mekanik doğa anlayışı makinanın inşa edilişine doğru ilerledi. Locke, Descartes’ın doğuştan idealar fikrini tamamen redederek insanın yaşarken edindiği verilerin doğuşta boş bir levha olan zihin tarafından işleneceğini öne sürdü. Böylece insanın makineye ulaşmasının önünü açacak bilgi felsefesi (epistemoloji), var olma felsefesinin (ontoloji) önüne geçti. Zaten bir makine olarak görülmeye başlanan, doğanın insan tarafından değiştirilebileceği fikrinin ortaya çıkmasıyla birlikte bu kez doğayı insanlık yararına değiştirebilecek makinelerin yapılması kaçınılmaz hale geldi. Hümanizm, insanlık yararına değişim olarak tarif edildi.

Soru: Hümanizm, yorumu ve doğaya bakışı açısından günümüz dünyasının problemlerini çözme noktasında yeterli olabilmiş midir? Hatta yaşamakta olduğumuz iklim krizi, küresel ısınma, çevre kirliliği, doğal kaynakların yok edilmesi gibi sorunların ortaya çıkmasında Hümanizmin insanlık yararına değişim fikri etkili olmuş mudur? Yoksa insanlık yararına değişim, doğanın diğer üyelerine ve hatta bizzat insana dahi acımasızca davranmanın felsefi temelini mi oluşturmuştur?
Hümanizm aklı önceledi. İnsanı merkeze alan doğalcılık (Natüralizm), modernleşmeyi gerçekleştirmek için aklın evrenselliğini araç olarak kullandı. İnsanları, makineleşmek şeklinde gerçekleşen değişimin ilerleme olduğuna inandırmaya çalışan hümanizm, dini aklın ışığında doğal haline sokmak, akıl da hedefine uygun olanın din tarafından kabul edilmesi için çalıştı.
Felsefenin açtığı yoldan ilerleyen bilimin, insanlık yararına, onların işlerini kolaylaştıracak, verimini artıracak makineler üretmesi gerekiyordu. Topladıkları verileri insanlık yararına nasıl bir makineye dönüştürebileceklerini zihinlerinde sorgulayıp hayal eden, kurgulayan mucitler art arda icatlarda bulunmaya başladılar. James Watt’ın buhar gücünden yararlanan makineyi icadından sonra, buhar gücüyle çalışan gemilerin ve lokomotiflerin devreye girmesi ulaşımın gelişmesini sağladı. Telgraf ve ardından telefonun icadıyla haberleşme kolaylaştı. Almanya’da tarıma yönelik icatlar ile tarımda sanayileşmenin önü açıldı. Bu gelişmelerle birlikte Büyük Britanya‘da Sanayi Devrimi yaşandı.
SORU: “Başımıza icat çıkarma!” atasözünün çok yaygın kullanıldığı ve kabul gördüğü ülkemizin bugünkü durumunu bu atasözünü dikkate alarak nasıl değerlendirirsiniz?

İngiltere, sanayi için gereken temel hammadelerin başında gelen kömür ve demir yönünden zengin maden yataklarına sahipti. Ayrıca dünyanın en büyük sömürge imparatorluğu olarak hem büyük hammadde kaynaklarına hükmediyor hem de büyük bir pazardan yararlanabiliyordu. Dokumacılıkta üretimi artırmak için büyük makineler icat edildi. Evlere sığmayan bu makineler büyük binalara taşınarak fabrikalar kuruldu. Evlerinde küçük tezgahlarda dokumacılık yapan ev halkı artık fabrikalarda çalışmaya başladı. Çalışma saatleri günde 20 saat olabiliyordu. Çalışanlar arasında yetişkin erkeklerin yanı sıra kadınlar ve çocuklar da bulunuyordu. Onlara yetişkin erkeklere verilen bedelin çok altında ücret veriliyordu.
Buharla çalışan makinelerle büyük bir enerji elde edilmeye başlandı. Takım tezgahlarının icadı, kimyasal ve demir üretim süreçlerinin gelişmesi, üretimi büyük ölçüde artırdı. Büyük Britanya, başta Hindistan olmak üzere dünyanın dört bir yanına dağılmış kolonileriyle 18’nci yüzyılın ortalarından başlayarak ve 19’ncu yüzyılda iyice güç kazanarak sanayide dünyanın bir numaralı ülkesi haline geldi.

Fransız Devriminin toplumsal etkileri Sanayi Devrimine uygun sosyal ve siyasal zeminin oluşmasını sağladı. Sanayi Devrimi, teknolojide, ekonomide ve toplumsal alanda yaşanan büyük çaplı değişimleri ifade etmektedir. İngiltere’de başlayan ve 1. ve 2. Sanayi Devrimi olarak birbirini takip eden iki bölümde incelenen bu süreç, İngiltere’den sonra Amerika’ya, Avrupa’ya, kısmen Rusya ve Japonya’ya da yayıldı. Sanayi Devrimi, kısa sürede gerçekleşen bir değişim değildir. Kapitalizmin en ilkel haliyle ortaya çıktığı döneme verilen isimdir. Gelişmenin de önemli milatlarından biridir. Toprağa bağlı feodal düzenden, emeğin metalaştığı kapitalist düzene sanayi devrimi ile geçildi. Bu dönemde özellikle kadınların ve çocukların emeği kontrolsüzce sömürüldü. Hukuk sistemlerinde mülkiyet hakları lehine değişiklikler yapıldı. Yine bu dönemde ortaya çıkan işçi sınıfı, mülkiyet sahiplerine (Burjuvazi) karşı amansız bir mücadeleye başladı. Ekonomi tarihçilerinin önemli bir bölümü, Sanayi Devriminin, hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesinden bu yana insanlık tarihindeki en önemli olay olduğu konusunda hemfikirlerken, Karl Marks ve Friedrich Engels sanayi devriminin kaçınılmazlığını ve gerekliliğini kabul etmekle birlikte uzlaşılması imkânsız sınıf savaşları döneminin başladığını vurguladılar.