BULGAKOV’UN PATRİK GÖLÜ’NDEN, USTA İLE MARGARİTA’SINA – METİN DENİZMEN
Moskova gezisine başladığım günlerde, listemde Bulgakov Müzesi de vardı. Ukrayna gezim esnasında Kiev’de Bulgakov’un çocukluk ve gençliğini geçirdiği evi de ziyaret etmiştim. Ukrayna/Rus Savaşından sonra, Rus olan yazar, yine hamâset kantarına vurulmuş ve Kiev’deki müzenin kapatılması yolunda siyasetçiler ısrarlı olmuştu.
45. evlilik yıldönümümüzü kutluyorduk bugün, Moskova’da Malaya Bronnaya Caddesi’nde bulunan Mari Vanna’ya akşam için rezervasyonu yapmak yürüyordum. Çevrimdışı haritamda Patrik Köprüsü’nün ( Patriarch Ponds ) yakınlarında olduğunu fark ettim.
Mihail Bulgakov’un kült kitabı “Usta ile Margarita”nın, karakterlerinin ruhlarının uçuştuğu, eserlerine gönderme yapan pek çok nesnenin bulunduğu, yazarın komşuları ile sürekli hır gür içinde yaşadığı adına Kötü Daire dediği ve şimdilerde Devlet Bulgakov Müzesi olarak tanzim edilmiş mekân Patrik Gölünün çok yakınlarındaydı.

Patrik Gölü, Moskova’nın tüm kaotik geleneğinin sürdüğü Mayakovskaya ve Tverskaya Metro istasyonlarının civarında bulunan pek çok tiyatro ve müzenin neredeyse tam ortasında konuşlanmış bir huzur vahası. Güneşin ufku kızıla boyadığı gün batımında temiz ve düzenli parkın banklarına oturup, günün yorgunluğunu atarken bir yandan sükûnetle yüzen kuğuları seyrediyorum bir müddet.
Mihail Bulgakov ve Patrik Gölü isimleri âdeta birbirlerine kenetlenmiş gibi. Bu bölgede değişik evlerde de kalsa, yazar hemen her eserinde Patrik gölü tasvirlerinden ve yürüyüşlerinden vazgeçmez. Yukarıda andığım “ Usta ile Margarita “ kitabı, tam da bu parkın banklarında başlıyor; editör Mikhail Berlioz ve şair Ivan Bezdomny, Şeytan olduğu ortaya çıkan bir yabancıyla burada karşılaşıp tanışıyorlar.
Bolshaya Sadovaya Caddesi’nin çıldırmış akşam trafiğinin uğultusu içinde yürüyorum Kötü Daireye. Kitabın ana karakterlerinin muzip heykelleri karşılıyor geniş avlunun bir köşesinde. Daireye çıkan merdiven boşlukları ayrı bir âlem. Burayı neredeyse hac yeri bilen Bulgakov hayranları tüm duvarları ve kapıları, kitaplarının karakterleri ve aforizmaları ile boyamışlar.
Daireye, çoğunluğu genç kadınların oluşturduğu bir grup ile giriyorum, görevli, yabancı olduğumu anlayıp ücretsiz kabul ediyor içeri.
Kötü Daire, Bulgakov’un neredeyse tüm özel eşyalarını büyük bir cüretkârlıkla barındırıyor. Üzerinde, Faust’un notalarının bulunduğu piyanodan, yemek kaplarına, yazı masasına, mobilyalara uzanan zenginliği görünce Bulgakov’un halkının gönlünde taht kurduğunu anlıyorum bir kez daha.
Bu yazıdan amacım, Bulgakov Müzesi’ni anlatmak kadar, bu bölgenin sokaklarına parklarına nerdeyse kazınmış olan “ Usta ile Margarita “ kitabını değerlendirmek.

Okuduğum kitaplarında, Bulgakov Sovyet rejimine muhalif, ama; bu muhalefetini açıktan yap(a)mıyor. Yine de, yazdığı pek çok tiyatro oyunu ve kitabı sansüre uğruyor, yayınlanmıyor, bu nedenle parasız dönemler geçiriyor.
Arkadaşı Sergey Ermolinski anılarında, Stalin yandaşlarının tüm ihbarlarına rağmen yıllar sonra Stalin’in yıllar sonra yazarın eserleri hakkında; Stalin’in, “Bulgakov’un eserlerinin korkulacak yanları olmadığı gibi, Bolşevikler’in yenilmezlik azmini gösteriyor “ diyerek övgüyle bahsettiğini yazıyor.
Maksim Gorki gibi, rejim yanında yer alan ünlü isimler bile Bulgakov’a ve sanatına ihtiyatla yaklaşıyor. Ama; yazarı yıllardır dorukta tutan, bence, muhalif kampta yer alması ve edebî başarılarının yanında, Sovyetler Birliği’ni ve özellikle Stalin yönetimini çok ustaca, hiciv yoluyla eleştiriyor olması. Gerçeküstü bir kurgusu olan bu politik taşlama, o dönem dışa kapalı bir kutu olan Sovyetler Birliği hakkında pek çok ipucu ile dolu.
Dönemin Sovyetler Birliği’nde sansürlenerek yayınlanmasına karşın, Usta ve Margarita’nın tam metni gizlice yurtdışına çıkarılmış. Sovyetler Birliği’nde ise, kimi zaman el yazısı ile çoğaltılarak, yıllarca gizlice elden ele dolaşmış. Kitabı birkaç cümle ile özetlemeden önce, Usta ve Margarita’nın alışılmamış bir tarzı ve konusu olduğunu âşikâr.
Kitap, 500 küsur sayfalık hacmi ile de farklı kollarda ilerleyen ve dikkat isteyen temaları ile de yorucu ve hırpalayıcı. Patrik Gölü’nün tozları ayakkabılarımdan silinmeden, bu yazıdan önce bir kez daha okuma isteğim hayli yordu beni.

Sovyetler rejiminin, bürokrasiye teslim olduğu 1930 yıllarında, Moskova’da edebiyat sanatçılarını bir arada toplayan M.A.S.S.O.L.İ.T kulübünün iki önemli üyesinin, Patrik Gölü banklarında İsa’nın varoluşu tartışmasıyla başlıyor. Bir anda, hiç tanımadıkları garip kılıklı davranışlı birisi aralarına oturuyor ve ilginç diyaloglar da bu anda başlıyor. İşte, Bulgakov’u popüler kılan hiciv sanatı da o anda başlıyor. Zira, kendini Profesör Woland olarak tanıtan aslında Şeytanın ta kendisidir.
Kitap ilerledikçe, bu zat, tüm Parti’li ve sistemin seçkin bürokratlarına olmadık aşağılatıcı davranışları yaptırıyor. Konuşmaları esnasında birisinin az sonra kafasının koparak öleceğini, diğerinin de akıl hastanesine kapatılacağını söylüyor ve ikisi de iki saat içinde gerçekleşiyor. İlerleyen sayfalarda, yardımcıları ile mevcut nizâmı traji/komik şekilde dümûra uğratıyor.
Kitapta bir başka kesit de, Yahudiler’in Nazareth kentinde Romalılar’ın işgâli sırasında geçiyor ve vali tarafından muhakeme edilen İsa, ritüeller doğrultusunda çarmıha gerilerek ölüme mahkûm ediliyor.
İnsanları aldatarak, öldürerek ortadan kaldırması veya ülkenin başka yerlerine göndermesi nedeniyle Woland, Stalin’e benziyor zaman zaman, ama her sayfada her temada bitmeyen sorular kafamda çoğalıp gidiyor.
Kiev’deki müze ziyaretim sırasında Bulgakov hakkında oldukça bilgi sahibi olduğumdan, Bulgakov’un kişisel hayatı ile Usta ve Margarita’daki kişiler ve olaylar arasında büyük bir benzerlik olduğunu seziyorum.
Yazar aslında doktor, ancak mesleğini ancak dört yıl sürdürüyor. Sovyet bürokratik yapısını eleştiren Şeytanname isimli öykü kitabı ile edebiyat dünyasına giriyor. Kıyamet de bundan sonra kopuyor, ağır eleştiriler ve sansürler art arda geliyor.
Yine yakın dostu Sergey Ermolinski anılarında şöyle yazıyor; “ sansürlerden bunalan Bulgakof sonunda Stalin’e mektup yazdı. Yazar olarak, düşünmeye ve her şeyi kendi gözüyle görmeye hakkı olduğunu belirtti. Stalin, mektubu okuduktan sonra yazara telefon etti. Sonrasında, sansür gevşetildi, hattâ danışman olarak tiyatroda görevlendirildi. “
Ancak; Bulgakov rejimi eleştirmeye devam edince, çevresinden izole edilmiş, maddi mânevi sıkıntılar içine düşmüş ve muhalifleri “ Bulgakovizm’i yok edeceğiz “ kampanyaları başlatmış.
Kitaba adını veren diğer bir kesit de, kendisi gibi sansüre uğramış Usta ki, bu tipleme Bulgakov ile neredeyse cuk oturuyor. Eserin diğer ismi Margarita ki; yazarın üçüncü karısı Elena gibi mutlu evliliğini ( bir tuğgeneralle evlidir ) terk edip haksızlığa uğramış bir yazarla beraber oluyor. Margarita ile Usta derin ve trajik bir aşk yaşıyorlar ki, kadınlar ve aşka düşkün Bulgakov bu ilişkiyi çok çarpıcı anlatıyor.
Sevmem ama; biraz dedikodu yapayım; Elena devletle derin ilişkileri sayesinde Bulgakov’un uzak coğrafyalara sürülmesini önlemiş.
Kitap sık sık; “ korkaklık en büyük kusur “ ifadesini sıkça vurguluyor. Bulgakov burada dolaylı da olsa, öz eleştiri yapmaktan alıkoyamıyor kendini.
Buna göre, Yahudi baskısına karşı gelemeyerek İsa’yı idam ettiren Pontius Pilate, Yazarlar Birliği’nin karşısında ezilen Usta ve Stalin yönetimine boyun eğdiği için kendisini hiçbir zaman affetmeyen Bulgakov korkak ve kusurludurlar.
Kanaatimce; kitaptan geriye en çok, bürokraside önemli yerlere gelmiş yöneticilerin para, mevki ve kadın hırsı gibi nedenlerle, imkân bulduklarında İlkelerden çok çabuk sıyrılarak istismara girişebildiklerini vurgulaması kalıyor.
Yazımın başında belirttiğim gibi çetin bir kitap Usta ile Margarita. Kolay yutulan lokma değil. Sessiz, sâkin bir köşe, kitabı okuyup anlamaya odaklanmış bir kafa ve hepsinden önemlisi sepetler dolusu sabır gerektiriyor.