OİNOANDA YOLLARINDA – YAZI VE FOTOĞRAFLAR: GÖKHAN KORKMAZGİL
Oinoanda Dağlık Likya’da bir yerlerdedir. En az bilinen, en zor gidilen kentlerden biridir. Likya topraklarında doğudan batıya, kuzeyden güneye geçişte kesişim bölgesindedir, günümüzde aynı şekilde Muğla, Burdur, Antalya il sınırlarının kesişme noktasına yakın konumda yer alır. Mademki bu kadar orta yerdedir, niye oraya kimse gitmez, kuş uçar da kervan geçmez? Birine “Oinonanda?” deseniz “O ne yanda?” diye sorunuzu yankılar da başka şey demez, yolunu – izini doğru dürüst tarif etmez? Basitçe, yolu yoktur da ondan!

Patara’da gün yüzüne çıkarılan Likya yol kılavuz anıtına göre, Patara’dan başlayıp Ksanthos, Tlos ya da Araksa üzerinden kuzeye uzanan yol, Oinoanda’yı geçerek Balbura ve Kibyra’ya devam edermiş. Artık böyle bir yol kalmamış, böylece Oinoanda yolsuz – izsiz kalmış, çam ormanında ağaçların arasına her gün biraz daha saklanmış. Yol yoksa ne olacak, “şöyle bir bakayım” diyenler hiç gitmeyecek, Likya kentlerini gerçekten sevenler bir yol bulup gidecek. Peki, nasıl gidilecek? Hüseyin Köktürk “Taşlara Kazınan Bilgelik Hazzı” kitabında onu da yazmış, üç ayrı patika varmış. Üçü de birbirinden zorluymuş, araçla bir yere kadar gidilir, araç orada bırakılırmış. Sonra patika bulunur, yarım saat kadar tırmanılırmış.
Birinci patika Fethiye – Korkuteli yolunun 60. Kilometresinde, Seki kavşağı Kemerarası mevkiinde, Urluca Köprüsü’nün yakınından başlarmış. Bu köprü Osmanlı yapısıymış, iki bin yıl önce inşa edilmiş olan Roma dönemi köprüsünün halefi sayılırmış. Altından, Kocaçay’ın kaynaklarının suyu akarmış. Kocaçay’ın Likyalılar zamanındaki adı Ksanthos Nehri’ymiş, zaten o da gider, taa Patara’da denizle birleşirmiş. Oinoanda’ya gitmek için bu patikayı seçmişsen köprüyü ardında bırakır, ardıçların arasından yamaca tırmanmaya başlarmışsın.

İkinci patika, yine aynı güzergâh üzerinde, ama bu defa Urluca Köprüsü’ne varmadan yoldan ayrılırmış. Köy evlerinin yanından, tarlaların içinden hafif bir eğimle tırmanır, antik kentin en güney ucundaki su kemerine ulaşılırmış. Bu patika aynı zamanda antik dönem yolunun izleği durumundaymış.
Bu iki patika yol, Oinoanda antik kentinin bulunduğu Asar Tepe’nin batı kesiminde kalıyor. “Asar” sözcüğü TDK’ya göre iki anlama gelirmiş, ikisi de Arapçadan devşirilmiş. Birincisi “eser”in çoğuluymuş, “eserler” demekmiş. İkincisi “asır”ın çoğuluymuş, “yüzyıllar” demekmiş. Azeri dilinde Türk – Altay mitolojisinde asar, “Tanrılar Yurdu” anlamına gelirmiş. Ayrıca Osmanlı dilinde “asar”, “eser, yapı, burç, hisar, kale, yüksek tepe, miras, yadigâr” gibi sözcüklerin de anlamını karşılarmış. Bana sorarsanız “Hisar Tepe” isminin bozunarak “Asar Tepe” şeklinde söyleniyor olması daha akla yakınmış. Hangi adı daha anlamlı bulur, hangisini göz önüne alırsanız alın, yolunuz hep aynı yere çıkıyor: Bir tepe var, üzerinde de ya eserler, ya hisarlar, ya miras, ya da yüzyıllar. Anadolu’da yüzlerce “Asar Tepe” var, eski insanlar buralarda otururdu, gökyüzüne yakın dururdu. Bu coğrafyada yaşayanlar, ne uygarlıklar kurdu, belli ki her Asar Tepe ayrı bir “Tanrılar Yurdu!”

Biz şimdi kendi “Asar Tepe”mizi arıyoruz, Oinoanda neredeymiş diye bakıyoruz. Ben iki yoldan da gitmedim, üçüncü patikayı izledim. On yıl arayla iki kez gittim, köyü – kenti, dağı taşı gözledim. Köy dediğim, İncealiler. Vardım, kentin yolunu sordum, “bordan yokarı yürüycen voyn” dediler. Onlar böyle konuşuyor, zaten kendi köylerine de “İncallılar” diyor. İlk gidişimde arabayla vardım, kenti bilecek birilerini aradım. Köy meydanı nerede olur, bir camiyle bir köy kahvesi bulunur. Meydanın kıyısında bir dere var, şırıl gürül akıyor, derenin üstünde bir köprü var, öte yandakini alıp beri yakaya bırakıyor. Köprünün başında bir çeşme var, o da şırıl mırıl akıyor. Çeşmeyi açıp kapatan yok, zaten musluğu da yok, su hep öylece akıyor, yalaktan taşıp aşağıdaki dereye kendini katıyor. Çeşmenin karşısında köy kahvesi var, üç taş basamakla çıkılıyor, bahçesinde ihtiyarlar oturmuş, günleri sayıyor. Son vakit gelene dek, şimdilik, namaz vakitlerini bekliyor.

On yıl sonra bir kez daha gittiğimde, gidip de meydana vardığımda, eski tanıdıkları arar gibi çevreme baktığımda… Camiyle köy kahvesi aynı yerde duruyordu, köprünün altından ise artık sular akmıyordu. Camiyi yeni boyamışlar, kahvenin taş basamaklarını betonla kaplamışlar. Beride boş dere yatağı, yanında kuru çeşme artığı. Ötede kahvenin bahçesindeki ihtiyarlardan bazıları çoktan gitmiş, yerlerine yeni ihtiyarlar gelip oturmuş. Artık su yok. Artık dere şırıl gürül akmıyor, kimse çeşmeden su içemiyor. Kuru dere yatağı yarım litrelik boş pet şişelerle silme dolu. Belli ki köye uygarlık gelmiş, herkes suyunu pet şişeden içiyor.
Oinoanda’nın “Büyük Duvar”ı Epikurosçu öğreti sözlerinin yazılı olduğu taş levhalarla kaplıymış. Epikuros felsefesinin ana düşüncesi mutlulukmuş. Ona göre insan, doğası gereği acıdan, üzüntüden, kaygıdan kaçıp neşe ve haz peşinde koşarmış. Bu yüzden bireyin temel amacı da mutluluk ve hazza ulaşmakmış. Epikuros acı ve korkunun olmadığı bir durumun en büyük zevki oluşturduğunu iddia eder, en önemlisi, basit bir yaşamı savunurmuş. Ekmek ve suya “doğal ihtiyaç” dermiş, bunlara sahip olmanın haz duymak için yeterli olduğunu söylermiş. Biz de ekmeğimizle suyumuzu yanımıza almışız, biraz Epikurosçu olmuşuz.

Bu üçüncü patika kahvenin önünden başlıyor, çünkü yol köyün son evlerine varınca bir çıkmazla sonlanıyor. Arabayı köy meydanına bırakıyoruz, karşıda yükselen tepeye bakıyoruz, fotoğraf makinemizi boynumuza asıyor, sırt çantamızı yükleniyoruz, yavaştan yürümeye koyuluyoruz. Son evlerle sulama havuzu solda kalıyor, bu durumda tırmanılacak tepeyle antik kent tam karşıda oluyor, her adımımızla yol sanki biraz daha uzuyor. Bu yürüdüğümüz patika kolay, diğer ikisi daha zormuş, demek ki Allah bizi öbürlerinden korumuş. 1100 metreden 1350 metreye yükseliyormuşuz, iki kilometre yürüyüp 250 metre yükseklik kazanıyormuşuz. Çalıları aralayıp patikada ilerliyoruz, yolu kapatan kayayla dalaşmayıp çevresinden dolaşıyoruz, zaten çok geçmeden çam ormanına giriyoruz. Soluklanmak için ormanın içinde bir açıklık alan buluyoruz, dönüp, yürüyüşe başladığımız köyün ovasına bakıyoruz. Aşağıda, çıktığımız yamaçta, bir başına kalmış koca sedir ağacı da ovaya bakıyor. Sedir ağacı bin yıl kadar yaşarmış. Günlerini birbirine eklesen bir insanın ömründe görüp bileceği elli yıl kadarmış. Sedir dallarını dört bir yana, kozalaklarını göğe uzatmış. Ne kadar basit ve ne kadar harikulade, buraların tarihinde o hep varmış. Sedirin boyu uzun, ömrü de uzun, toprakta, havayla, suyla yaşarmış. İnsanın ömrü kısa, aklı uzun, atalarından gelen bilgiyi toplamış. Babasından gördüğünü oğluna anlatmış, düşünmüş, aklını kullanmış, böyle böyle, bir bilgelik ışığı yaratmış. Likyalı Diogenes işte Epikuros’tan aldığı bu ışığı Oinoanda’da taşlara yazmış.
Oinonanda’ya gelmek demek, bu üç patikadan birini izleyip kentin kapısına dayanmak demek değil. Dolaşır, bakarsınız, yıkıntıları, kalıntıları görebilirsiniz, belki hayran kalır, belki beğenmezsiniz. Kentin bir de tarihi var, taşlara kazınmış özlü felsefesi var. Onu da Hüseyin Köktürk’ün yazdıklarından öğrenirsiniz.