ZEYTİN ZAMANI – ZEYTİN VE İNCİR AĞACI – GÖKHAN KORKMAZGİL
Kapak fotoğrafı: © Gökhan Korkmazgil
Yıllardan beri her fırsat bulduğumda Kayaköy’e giderdim, yüz sene önce terk edilmiş yıkık, metruk evlerin arasında dolaşır, hüzünlü sessizliği hissederdim. Eski taş sokaklarda yürür, köyü bir uçtan öte uca adım adım gezerdim. Bir evin avlusuna girer, sarnıç duvarının kalıntısına bisikletimi yaslar, taşa oturur, buralarda kimler yaşamış merak ederdim. Çam ormanının içinden fırlayıp yarısı yıkılmış bacaya konan alakarganın mavi kanadına bakar, bugünün içinde geçmişi izlerdim. Zeytinin dalında duran karatavuk kuşu şakıyor mu, şarkı mı söylüyor bilemezdim. Bana sorarsanız mübadelenin iç burkan hikâyesini anlatırdı, sesimi çıkarmadan dinlerdimt


Aşağı kilisenin yanında, bahçede yanan ocağın önünde, tahta aktaraç, parmakları yamru yumru olmuş elinde. Yüz yaşındaymış gibi görünen kadın çok kolaymış gibi bir hareketle sac böreğini çeviriyor. Böreğin pişen yüzü göz göz oluyor. Kadın yaşmağının ucuyla kendi gözünün kenarını siliyor. Gözüne duman mı kaçmış, ağladığını mı gizliyor? Burası daha Kayaköy değilken, adı Levissi iken, dünya daha iyi bir yerken… Buradakiler çoktan gitmiş, yerlerine kimsecikler gelmemişken…

Yaşlı kadın ocaktan otlu sac böreğini alıyor, katlayıp sıcak sıcak önümdeki tabağa koyuyor. İçeriye sesleniyor: “Gelin! Çayı getiriver!” Sonra, oturduğu yerden, yana dönüp örtüyü kaldırıyor, yeni bir hamur topu alıyor. Senitin üstüne un serpiyor, hamuru ortaya atıyor, bir – iki ovalıyor, üstüne eliyle pat pat vurup yassıltıyor, hamurun üstüne de un serpiyor, oklavayla girişiyor. Oklavayı ileri – geri yuvarladıkça hamur incelip genişliyor. Ocaktaki sacın altına birkaç dal kırıp sokuşturuyor, ateşi harlatıyor. Yüzü terlemiş, parlıyor, sıcaktan ve emekten, alnının kırışıklıklarına un girmiş, kolunun yeniyle silmekten. Yufka haline getirdiği hamurun üstüne otlu harç yayarken, anlatmaya devam ediyor.

Rumlarla Türkler yan yana yaşarmış, kimse kimsenin tavuğuna “kışt” demezmiş. Arazi dar, burada geniş zeytinlikler olmazmış, yine de her evin üç beş zeytin ağacı varmış. Rumlar zeytinlerinin yakınına mutlaka bir de incir dikermiş. Onlar işi bilir, hiçbiri evinin dibinde incir ağacı istemezmiş. Çünkü incir ağacı suyu sever, suyu ararmış, bulmak için kalın köklerini toprağın derinliklerine salarmış. Kaya’da su azmış, zaten her evin bir sarnıcı varmış, incir yolunu bulur, evin içinden çıkarmış. “Ocağına incir ağacı dikmek” lafı bu demekmiş, bırakırsan incir evi barkı yıkar, ocağını söndürürmüş. Bu yüzden Rumlar inciri sınır ağacı yapar, evden uzağa, zeytinin yakınına dikermiş. İncirden rakı yapar, tuzlu zeytinle içermiş.

Zeytin sineği zeytinin zararlısıymış, bu derdin çaresi incir balıymış. Tam zeytin sineğinin çoğaldığı dönemde incirler iyice olgunlaşır, balını akıtırmış. Doğal bir paratoner gibi, incir ağacı sinekleri üzerine çekermiş. Sinekler zeytini filan bırakıp incire uçar, incir ağacı sinekten görünmez olurmuş. İncir balı sineğe ağır gelir, sinek kendiliğinden ölürmüş. Zeytin ağacı sinekten kurtulur, zararlısıyla doğal mücadele böyle olurmuş. Rumlar gittikten sonra ortada kalan, zeytincilik yapmaya çalışanlar sinek topluyor deyip incir ağaçlarını kesmişler, odun yapmışlar. Sonra da zeytin sineği için ilaç aramaya başlamışlar.

Zeytin kutsal kitapların hepsinde vardır, neredeyse o da kutsaldır. İncirin ise cennetten çıkma olduğu bellidir, Âdem ile Havva’nın tek giysileri incir yaprağı değil midir? Zeytin ağacı İncil’de kutsal bir bitkidir. İsa Peygamber’in gökyüzüne çıktığı Zeytin Dağı’nın eteklerindeki Getsemane Bahçesi’nde bulunan sekiz büyük zeytin ağacı İsa’nın dualarına, gözyaşlarına ve ölümüne tanıktır. Kur’an-ı Kerim’de de Tin suresinde “incir ve zeytin üzerine ant olsun” diye yemin edilir. Hz. Muhammed bir hadisinde “bir meyvenin cennetten indiğini söyleseydim inciri söylerdim; çünkü cennet meyvesi çekirdeksizdir. İncirden yiyiniz.” der.
Bir incir ağacı 40-50 yıl yaşarmış. Zeytinin ortalama ömrü 300 yıl kadarmış, 3000 yaşında olan bile varmış. Halk bunu bilir, “incir babadan, zeytin atadan” dermiş. İncir ve zeytin müthiş ikiliymiş, biri diğerine hiç benzemez, birbirini tamamlarmış. Rumlarla Türkler, İncirle zeytin gibi yaşarmış. Aynı toprakta köklenip, birbirine karışmazmış. Rumlar atadan gelen bilgiyle becerikli, doğacı, Türkler çalışkan, az kenarda, sanki sınır ağacı.

Tam yaşanacak zamanmış yahu, az insan çok huzur, evler sakin, sessiz, bahçeler yemyeşil, tertemiz. Odun ateşinin dumanı bile temiz kokuyor, az yükselip biraz havada kalıyor, sonra hepten kayboluyor. Temiz kokar elbet, bu yaktıkları zeytin odunuymuş. Sonunda zeytinleri de kesip eski bahçeleri satmışlar. Toprağı alanlar her yere villalar yapmışlar. Son zeytin kesildiğinde, son bahçe de satıldığında, sen artık başkasının evine bahçıvan durduğunda… Bir zamanlar Rumların kovulduğu köyünde artık sen de bir yabancı olduğunda… Zeytinler yeni villaların bahçesinde süs bitkisi olarak kaldığında… İncirler yürüyüp eski evlerin içine girdiğinde, sarnıçların, terk edilmiş ocakların içinden çıktığında…
Alakarga tatilcilerin bıraktıkları çöpleri eşeliyor. Karatavuk eski hüzünlü şarkıyı bırakmış, yeni, acıklı bir şarkı söylüyor. İncirle zeytini hiç sormayın, artık hiç kimse bir şey bilmiyor.